AY & İÇSEL ÇOCUĞUMUZ

  • Share

SATÜRN & 7 YAŞ GİZEMİ

  • Share

EVDE DOĞUM

  • Share

AY & İÇSEL ÇOCUĞUMUZ

 

Katıldığım son kongre içsel çocukla ilgiliydi ve birçok değerli psikolog bu konuyla ilgili kendi hayat deneyimlerini paylaştı. Bu yazımda bu paylaşımlardan örnekler vermek istiyorum. 

Astroloji haritalarımızda Ay, hem duygusal iç dünyamızdan hem de çocukluk dönemimizden sorumludur. Ay konumumuzu inceleyerek bu iki konu hakkında derinlemesine bilgi edinebiliriz. Mesela benim Ay burcum Kova. Ben içsel çocuğumla ne zaman iletişime geçsem kendimi 4-5 yaşlarında görürüm. O halim genelde hep yalnızdır ve tek başına oyun oynar ama gözleri pırıl pırıl parlar ve genelde mutludur. Çocukken bile kendimi insanların arasında hep yalnız hisseden biriydim. Yani çevrem hep kalabalıktı ama ben hep yalnızdım. Tipik bir Kova burcu işte. Ne varki o yaşlarımda dünyadaki en mutlu çocuğun ben olduğuma inanırdım bu yüzden içsel çocuğumla iletişime geçtiğimde onu hep güçlü ve mutlu olarak bulurum. Benim asıl karanlık yıllarım ergenlik dönemlerimde başlamıştı. Bu yüzden ergen halimle iletişime geçtiğimde kendimi kapkaranlık bir odanın köşesine sıkışmış, korkudan titreyen biri olarak görürüm. Hayat neşesi kalmamış hatta yaşamak dahi istemeyen biri var içimde. 

Aslında içsel çocuk da, içsel ergen de benim bilinçaltımda yaşayan benliklerimdir. Ben bunları geçmişin hayaletleri olarak da tanımlarım. Aslında artık yokturlar ama yine de vardırlar ve hayati öneme sahip olan bütün kararlarımda bilinçaltımdan bana etki ederler. 

Terapilerde uzmanlar bu içsel çocuk benzetmesiyle çok sık çalışırlar. Özellikle travma terapilerinde bu benliklerin bilinç düzeyine çıkarılıp sevgiyle sarmalanması şifalanma sürecinin çok önemli bir parçasıdır. Çünkü zamanında yara almış olan bu içsel çocuğumuz asla büyümez. Ne kadar büyüsek ve olgunlaşsak da en ufak bir tetiklenmede kendisini tekrardan belli eder. Bu tetiklenmeler nelerdir biliyor musunuz? Öfke krizleri, kıskançlıklar, korkular.. hepimizin gündelik hayatta yaşadığı günlük sıkıntılarda bilinçaltındaki bu içsel çocuk kendini belli eder ve şifalanmak için adeta yalvarır. Onun yakarışlarına kulak vererek, o anda içimize yönelip "neyin var, neden birden öfkelendin, neden şu an korkuyorsun" gibi soruları sorarak onunla bağ kurabilir ve hayatımızdaki kısır döngüleri sonlandırabiliriz.

Mesela kongredeki psikolaglardan biri şöyle bir örnek vermişti. Şu an maddi durumu çok iyi olmasına rağmen bir gün parayla ilgili bir konuşma sırasında birden çok şiddetli bir şekilde sinirlenmiş. Bunun nedenini bulmak için içsel çocuğuyla iletişime geçtiğinde onu karanlık bir odanın içinde korku dolu bir şekilde bulmuş. Şu anki yetişkin hali maddi olarak çok güçlü de olsa içindeki çocuk fakir olmaktan korkuyormuş. Bunun altında yatan ise babasının parası olmasına rağmen ailesine karşı hep cimri davranıp, "bunun için paramız yok" cümlesini çocukken sürekli duymasıymış. Bu örnek bilinçaltımızın mantıklı değil tam tersine ne kadar duygusal çalıştığını gösteriyor. Eğer bu kişi bu içsel çocuğunun korkusunun farkına varmasaydı zamanla parasal sıkıntılar yaşamaya başlayacaktı ta ki içindeki çocuk bu korkuyu yenecek cesareti bulana dek. 

Bir diğer uzman bir gün kazandığı yüklü miktarda parayı banka hesabında görünce birden paniğe kapıldığını anlattı. Onun içsel çocuğun en büyük korkusu ise ebeveyne olan bağlılığından dolayı "ben asla anne ve babamdan daha fazla para kazanmayı hak etmiyorum" düşüncesiymiş. Bunun altında yatan duygu ise değersizlik hissi. Kendisini bu kadar çok para kazanmayı hak etmeyen birisi olarak gördüğü için maddi gücü, refahı ve bolluk bereketi ister istemez reddettiğini fark etmiş. 

Vermiş olduğum bu iki örnek parayla ilgili de olsa aslında içsel çocuğumuz her konuda kendini belli eder. Özellikle ikili ilişkiler alanında her iki tarafın yaralı içsel çocukları ilişkinin gidişatını sekteye uğratır. Günümüzde ikili ilişkilerin bu kadar zorlaşmış olması ve ayrılıkların bu derece artmasının ardında da yine yaralı içsel çocuğumuz vardır. Çünkü sağlıklı ilişkileri ve olgun birliktelikleri sadece yetişkinler kurabilir. Çocuklar anne babaya bağımlıdır. İçsel çocuklarımızla bir aşk ilişkisi yaşamaya başladığımızda iletişime geçen parçalar olgun yetişkinler değildir. Bu yüzden evlilik ilişkisi zaman içerisinde anne - oğul veya baba - kız ilişkisine dönüşür. İşte bu aşamadan sonra kavgalar, küslükler, ihanetler ve ayrılıklar başlar. Çünkü misal olarak kadının içsel çocuğu ailede sevgiyi hizmet etmekle eşdeğer gördüyse, eşinden sevgi alabilmek için ona hizmet etmesi gerektiğini düşünür. Yemeğini hazırlar, çamaşırlarını yıkar, ütülerini yapar. Farkında olmasa da erkeğin annesine dönüşür. Her erkek annesine bağlıdır bu yüzden bu kadına da bağlı kalmaya devam eder ama hiçbir erkek annesiyle sevişmek istemez. Bu yüzden karısını aldatmaya başlar ama yine de ondan asla boşanmaz. 

Bu örnekleri o kadar çok uzatabiliriz ki.. Bunlar hepimizin kendinden veya yakın çevresinden her gün duyduğu sorunlardır. Oysa bu sorunlar yaralı içsel çocuklarımızı sevgiyle sarmalamayı öğrenmemizle çözülebilecek basit sorunlardır. 

İçsel çocuğumla nasıl iletişime geçerim?

Genelde dolunaylarda veya transit Ay etkilerinin zorlayıcı olduğu zamanlarda duygusal olarak tetiklenir ve kendimizi huzursuz hissederiz. Bu gibi zamanlarda biliçaltının bilince ulaşması için kapılar açılır. Bu anlardan birini bulduğunuzda kendinizle başbaşa kalabileceğiniz bir ortama geçip gözlerinizi kapatıp "çocukluğumda yaşadığım hangi olayda aynı hisleri hissetmiştim?" sorusunu sormalısınız. Bu sizi belirli bir anıya götürecek. Bu anıyı hatırlamaya çalışın ve neler hissettiğinize bakın. Sonra içinizdeki çocuğa neye ihtiyacı olduğunu sorun ve ona bunu verin. Ona sarılın, güçlü olduğunu hissettirin ve sevgi gösterin. Çünkü içimizdeki çocuğun ihtiyaç duyduğu tek şey sevgidir. Çocukluğumuzda veya ergenliğimizde sevgi görememiş ve kendimizi değersiz hissetmiş olduğumuz birçok hayat deneyiminden geçmiş olabiliriz. Önemli olan bu anlara şimdide yolculuk edip o çocuğa ihtiyaç duyduğu şeyi vermektir. Şifa aslında bu kadar basittir. Carl G. Jung'un dediği gibi bilinçaltının bilince ulaşması şifanın yarı yoludur. Zannetmeyin ki, bunu bir kere yaparak bütün sorunlarınızdan kurtulacaksınız. Bizi paramparça yapan birçok anımız vardır. Bu çalışmayı her tetiklendiğinizde yapmalısınız. Her negatif duygunuzda derin bir nefes almalı, gözlerinizi kapatmalı ve sezgilerinizin sizi bu duygunun ilk defa ortaya çıktığı o an'a geri götürmesine izin vermelisiniz. Bunu yaptıkça, kendinizle olan bağınızın kuvvetlendiğini, içinizde çok güzel bir simya gerçekleştiğini hissedeceksiniz. Şifalanma süreci bitmek bilmeyen uzun bir içsel yolculuktur. Gökkubbedeki Ay var olduğu sürece duygusal tetiklenmelerimiz devam edecektir çünkü bu tekamül sürecinin çok önemli bir parçasıdır. 

Korkmayalım. 

Sadece sevgiyi hatırlayalım. Onu merkezimize tekrardan davet edelim ve sevgiyle kendimizi sarmayalım. 

SATÜRN & 7 YAŞ GİZEMİ

Tuhaf bir deneme tahtasına dönüşmüş olan bir eğitim sistemine sahibiz. Ne denersek deneyelim yanlış olduğunu idrak ediyor ve tekrardan değiştiriyoruz. Ne var ki, çözümleri çok yanlış yerlerde arıyoruz. Bu yüzden her yeni sistemle daha da fazla bocalıyoruz. Olan da maalesef çocuklarımıza ve onlar büyüdüklerinde de toplumumuza oluyor. Bu yazımda bu konuya ve Waldorf okullarının kurucusu olan mistik Rudolf Steiner'in öğretilerinden bahsedeceğim. 

Bir anne değilim ama eğitim fakültesi mezunu olan biri olarak farklı eğitim sistemleriyle ve çocuk gelişimiyle yakından ilgilenmeyi sevenlerdenim. Günümüzde Montessori ve Waldorf okullarının popülerlik kazandığını gözlemliyoruz çünkü zenginler çocuklarını daima bu okullara gönderiyorlar. Oysa Montessori İtalya'da fakir aileler için kurulmuştur. Waldorf okulunun kelime anlamı ise orman köyü okuludur. 

Sizce de burada bir tezatlık yok mu? Neden bu sistemler uzun yıllardır var olmasına rağmen çocuklarımız gerçek eğitimden mahrum bırakılıyor ve neden sadece zenginlerin çocukları bu güzel eğitimleri görme hakkına sahip?

Yazılarımı takip edenler bu sorunun cevabını net bir şekilde biliyorlar. İnsan ırkını köle gibi kullanmak isteyen elit zihniyet, çocukların gerçek potansiyellerine erişmesinden büyük bir korku duyduğu için uzun yıllardan beri birçok ülkede aptallaştırma politikası uygulanıyor. İsrail gibi bazı ülkeler milli gelirlerinin büyük bir çoğunluğunu eğitim bütçesi olarak ayırırken maalesef biz aptallaştırma politikasına maruz bırakılan ülkelerin arasında bulunmaktayız. 

Sorumluluğu başkasına atmak her zaman için kolay yoldur. Yani bir gün düzgün bir eğitim bakanı gelir de el atar diye ümit etmeye devam edebiliriz. Ama unutmamamız gereken bir şey var. Eğitim okulda değil ailede başlar. Daha doğrusu eğitim 7 yaşından önce başlar. 

7 yaş ilk Satürn karemizi yaşadığımız yaştır. Bu yaşa dek çocuğun eterik bedeni anne ve babanınki ile birdir ve sadece 7 yaşından sonra kendi eterik bedenine kavuşur. Eterik beden, matrix'in enerjisel olarak bedene ve organlara yansımasıyla oluşan bedendir. Eterik bedenin sağlıklı bir şekilde oluşabilmesi için çocuğun 7 yaşına kadar olan süreci doğada geçirmesi şarttır. Bu yüzden çocuğunuzu 7 yaşından önce elektromanyetik alanlardan ve teknolojiden uzak tutmanız çok önemlidir. Bırakın çocuklar çıplak ayakla çayırlarda, kumsallarda koşsun, doğayı tanısın, hayvanlarla içiçe olsun, ormanın şifalı kokularıyla büyüsün. 

7 yaşına kadarki süreç hayatının zeminini oluşturma sürecidir. Bu yaşa kadar çocuğunuzu sağlıklı gıdayla beslerseniz 7 yaşından sonra kendi seçimi ve iradesiyle çikolata, abur cubur veya fast food'a saldırmayacak, tam tersine bunları kendi isteğiyle zararlı olduğu için reddedecektir. 

Rudolf Steiner, en az 7 yaşına kadar çocuğun okuma yazma ve hesaplamayı öğrenmemesi gerektiğini de savunur çünkü ilk 7 yıl sağ beynin oluşumu için çok önemlidir. Doğal gıdayla beslenen ve doğada büyüyen çocuklar sol beyin aktivitelerinden önce sağ beyinlerini kullanmayı öğrendiklerinden çok daha yaratıcı ve sezgileriyle derin bir bağa sahip olan çocuklardır. Yaratıcılığın bu denli gelişmesine izin verilmesi aynı zamanda çocuğun ruhsal yeteneklerini de geliştirmesine zaman tanır. Bu süreçte özellikle 5 duyu ötesi yetenekler gelişir. Duru işiti, duru görü gibi mistik eğilimler artar. Günümüzde bu duyularımızı bırakın önemsemeyi ruhsal hastalık belirtisi olarak görüyor ve bu şekilde bir yaşam tarzını yaşamak için çabalayan çocuklara hiperaktivite teşhisi koyuyoruz. Bu bir çocuğa yapılabilecek en yanlış yakıştırmadır çünkü bir çocuğun bu yaşlarda hareketli olması dünyadaki en doğal şeydir. Bu yaşta hiperaktif olmayan ve yeteri kadar doğada vakit geçirmeyen çocuk ilerleyen yaşlarında çeşitli sağlık sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Lütfen bu konuda bilinçli olalım ve çocuklarımızı uyuşturmayalım. Onların uyanmak için can atan bu özel yeteneklerini kapatıp, hayatlarını zindana çevirmeyelim. 

Çocuklarımızın hayatlarını zindana çevirmeyelim dedim çünkü eterik beden oluşurken güneşe, rüzgara, toprağa ve temiz havaya ihtiyaç duyar. 7 yaşına kadar çocukların kapalı ortamlarda, hele uzun müddet oturması beklendiği okullarda zaman geçirmesi hem fiziksel, hem psikolojik, hem de ruhsal sağlığı açısından çok tehlikelidir. Modern çalışma hayatı çocukların erken yaşta okula başlamasını desteklese de, bunun gelişim açısından iyi olmadığını idrak etmeliyiz. Okullar sosyalleşme ortamları olarak tanıtılıyorlar ama aslında okullar değil doğa çocuğa sosyalleşmeyi öğretir. Bunu doğada, çiçeklerin ve hayvanların arasında büyüyen çocuklarda çok güzel gözlemleyebilirsiniz. Eğer çocuk 7 yaşından önce okula başlayacaksa ilk şart bunun 4 elementi deneyimleyebileceği bir doğa okulu olmasıdır. 

7 yaşına kadar doğal ortamlarda bulunan çocuk prana veya chi olarak adlandırdığımız yaşam enerjisinin her yerde var olduğunu keşfeder. Bir bitkiyi ellediğinde, bir hayvanı okşadığında, ormanın havasını soluduğunda bedenini bu yaşam enerjisiyle doldurmayı, o enerjiyle adeta dans etmeyi öğrenir. Bu ona nasıl bir yetenek kazandırır biliyor musunuz? Şifacılık yeteneğini. Her şeyle derin bir bağa sahip olduğunu öğrenen çocuklar kendi bedenlerindeki dengesizlikleri gidermenin becerisine ulaşırlar. Bedenlerindeki tıkanmaları daha net hisseder ve yaşam enerjilerini doğru kullanarak tıkanıklıkları daha hızlıca giderirler. 

İlk 7 yıl boyunca çocuklar sadece örnek alarak öğrenirler. Onlara bu süreçte öğrettiğiniz hiçbir şeyin bir önemi yoktur. Zaten Steiner bu yüzden çocuğun okul ortamından uzak tutulması gerektiğini savunur. Çünkü çocuk ilk 7 yıl boyunca sadece çevresini taklit ederek öğrenir. Anne babanın iletişiminden ikili ilişkileri öğrenir. Sevgi dolu bir ortamda büyüyen çocuk yetişkinliğinde sevgi dolu bağlara sahip olan ilişkileri hayatına çekecektir. Tam tersine sevginin olmadığı kavgalı ortamlarda büyüyen çocuk ise, ona zarar verecek, zehirli duygularla besleneceği ilişkileri hayatına çeker. 

Her çocuk ilk 7 yıl alpha bilincinde yaşar. Etrafındaki her şeyi emen bir sünger gibidir. Ona ahlak eğitimi vermek istiyorsanız, sizin ahlaki davranışlar sergilemeniz gerekir. Akıllı olmasını istiyorsanız, sizin akıllı kararlar almanız gerekir. Sevgi dolu bir çocuk olmasını istiyorsanız, sizin ailenizde sevgi dolu bağlara sahip olmanız gerekir. Kısacası ilk 7 yıl çocuğa vermeniz gereken tek eğitim siz kendinizsinizdir. İyi bir önek olmanız onun ömrü boyunca iyi bir insan olması için gerekli olan tek şeydir. Bir yandan ne kadar basit ama bir yandan da başarılması ne kadar zor değil mi?

İlk 7 yıl çocuk alpha frekansında var olduğu için anne ve babanın ama özellikle annenin astral bedeniyle birdir. Bu yüzden onların duygu durumlarından zannedildiğinden çok daha derin bir şekilde etkilenir. Çünkü alpha boyutu çocuğun hipnotize olmuşçasına yaşamasına neden olur. Anne eğer öfkeliyse, üzüntülü ve depresif ise, her ne kadar bu duygularını çocuktan saklamaya da çalışsa, çocuk bu duyguları kendi bilinçaltına alır ve hayatı boyunca kendisini etkilemelerine izin verir. Kısacası ilk 7 yıl beyne ve ruha format atılan yıllar olduğu için muazzam bir öneme sahiptir. 

Özetle

Satürn'ün en büyük görevi bize gerçek hayatı, zamanı, sabrı, azmi ve sorumluluğu öğretmektir. Satürn'ün 7 yaş civarında gerçekleşen ilk kare açısıyla çocukların ilk gelişim aşaması tamamlanır. Mesela çocuğun hayata dair önemli dersler öğrenip, sorumluluk üstlenmesi için ona kendi gıdasını yetiştirmeyi öğretebilirsiniz. Bir domates fidesini yetiştirme sürecinin ona ne kadar değerli dersler katacağını hayal bile edemezsiniz. 7 yaşına kadar çocuk en güzel eliyle, bedeniyle, ruhuyla bir şeyleri yaparak öğrenir. Bu yüzden ona bir çocuk gibi değil, adeta bir yetişkinmiş gibi davranmalısınız. Bunun haricinde sağ beynini kuvvetlendirecek yaratıcı hikayeler ve masallardan faydalanabilir, bunları ya okuyabilir ya da minik bir tiyatro gibi ailecek canlandırabilirsiniz. 7 yıl boyunca sadece kalbe hitap edilmelidir. Hikayeler ve masallar kadar kalbe hitap eden diğer önemli şeyler müzik ve sanat dallarıdır. Resim, dans gibi aktiveteler bu yaş aralığında büyük bir öneme sahipler. Çocuğa sol beyin ağırlıklı hesaplama veya okuma yazma öğretilecekse de, bunlar yukarıda saymış olduğum yöntemler aracılığıyla yapılmalıdır. Mesela alfabeyi bir şarkı aracılığıyla kendiliğinden öğrenmesi çok daha kolay olacaktır. 

Daha önce Plüton'u Oğlak burcunda olan Alfa bebekleri hakkında bir yazı yazmıştım. İnşallah en yakın zamanda 2023 itibatiyle doğan Kova nesli hakkında da bir yazı yazacağım. Bu iki nesli çok önemsiyorum çünkü bu çocuklar sevgi frekansıyla doğuyorlar. Şu an gelecek çok iç karartıcı gözükse de, bu çocuklar muazzam bir düzen ve sevgi dolu kardeşlikler yaratacaklar. Bu iki nesil sayesinde dünya tamamen değişecek. Önümüzde çok güzel bir gelecek ve yepyeni bir çağ olduğu için bu saatten sonra çocuk büyütenlere ve anne olmaya karar verenlere büyük bir görev düşüyor. Dünyanın birçok ülkesindeki problemli eğitim sistemine çocuklarımızı emanet ederek, beyinlerinin yıkanmasına ve depresif, aptal varlıklarla dönüştürmülmelerine izin vermemeliyiz. Bir çocuk sahibi olmak büyük bir sorumluluktur. Bunu unutmamalı ve bu sorumluluğu başkalarının iradelerine bırakmamalıyız. Her anne ve baba çocuğunun eğitiminden kendi sorumludur. Bu gerçeği asla unutmayalım çünkü televizyonlarda izlediğimiz katilleri ve sokaklarda yanlarından geçtiğimiz psikopatları biz kendimiz yetiştiriyoruz. Bunu değiştirmek senin, benim yani bizim elimizde..


EVDE DOĞUM

 

Bir kadın hayatı boyunca birçok ölüm ve birçok doğum yaşar. Şüphesiz bu ölüm ve doğumun en yücesi kendi çocuğunu doğurmasıdır. Kızlıktan anneye geçişin inisiyasyonu olan çocuk doğurma süreci hem büyüleyici hem de kutsal bir süreçtir. Çünkü aslında bu insiyasyon kadına gerçek gücünü ve rahim esmasının kudretini hatırlatır. 

Ne yazık ki, günümüzde birçok kadın bunun ne anlama geldiğini bırakın bilmeyi, doğum süreci boyunca resmen doktorların tavırlarını tecavüze uğramış gibi hissederek hayatının en büyük travmalarından birini yaşıyor. Bu travmayla dünyaya doğan bebekler büyüdüklerinde sorunlu yetişkinlere dönüşüyor ve toplumsal huzurun bozulmasına katkı sağlıyorlar. Bu kısır döngüye son verebilmemiz için hem içimizdeki gücümüzü tekrardan hatırlamalı hem de atalarımızın doğumlarını tekrardan su yüzeyine çıkartmalıyız. Çünkü her kadın kendi doğumundan annesinin, ninesinin ve 7 kuşak atasından devraldığı travmayı ve acıyı tekrardan yaşar. Oysa bu acıları yaşamama seçeneği de vardır. Bu yazımda bu seçeneği bilen ve seçen kadınlardan bahsetmek istiyorum.

Dudu'nun doğumu

Geçen sene Dudu kızım (kendisi bir kedidir) arka balkonumda 4 erkek doğurdu. Onun bu cesareti, tek başına bebeklerini doğuruşu, plasentasını yemesi ve sonra da gelip miyav bak ben anne oldum diyişi beni çok derinden etkiledi ve bana daha önce okuduğum kediler üzerinde yapılan bir deneyi hatırlattı. Bu deneyde hamile kedilerin hastane ortamına benzer steril bir yere alınıp, beyaz ışık altında, doğum süreçlerine müdahale edilerek, nasıl strese girdikleri, doğum sürecinin nasıl aksadığı, hatta ölü doğumların nasıl arttığı ve doğum sonrası annenin bebekleri reddetmesine yol açtığı anlatılıyordu. Kısacası deney, hastane benzeri bir ortamın doğum sürecine ne kadar zarar verdiğini anlatıyordu. 

Bir kedi doğumu yaklaştığında kendine yalnız kalabileceği sessiz ve güvenilir bir ortam arar ve genelde insanların yanına bile yaklaşmasını istemez. Doğumu tamamıyla iç güdülerinin yönlendirmesine izin verir. Dudu'nun doğumuna şahit olmak bana insanoğlunun doğumunun günümüzde ne kadar doğal olandan kopuk olduğunu idrak ettirdi. 

Acısız doğum

Doğayla barışık yaşayan kabilelerin kadınları doğumlarını 1-2 saat içerisinde, hiçbir şekilde acı çekmeden gerçekleştirirler. Bu kadınlar %90 oranında bebeklerini doğada veya kendi evlerinde dizlerinin üzerine çökmüş ve ayakta iken doğururlar. Bize filimlerde gösterildiği veya hastanelerde söylendiği gibi yatarak asla doğurmazlar. Çünkü yatarak doğum yapmak bütün süreci zorlaştırmaktadır. 

Belki de bu satırlarımı okurken içinizdeki bir ses 'hiç acısız doğum olur mu' diyor olabilir. Ama evet acısız doğum normal doğumdur çünkü her doğum aslında sadece bir orgazmdır. Orgazm sırasında kan rahime akar, tıpkı doğum sırasında da aktığı gibi. Cinselliği yaşamaya hazır olmadığınız bir anı hatırlayın ve hissettiğiniz duyguyu. Korkudur bu duygunun adı. Bu duygunun rahminize ne yaptığını hatırlayın. Kasılıp, ağrı hissetmenize neden olur. İşte doğum sırasında hissedilen korku da aynı şeye neden olur. Beden bütün bilgeliği ile kanı rahme yönlendirirken, bilinçaltınızda hissettiğiniz korku kanın rahim bölgesinden çekilmesine neden olur. Çekilen kanla birlikte bölgeye hakim olan korku kasılmalara ve büyük bir acının hissedilmesine sebep olur. Batılı her modern kadın doğumunda bu süreci yaşar. Oysa Afika ve Latin Amerika ülkelerinin hala doğada yaşayan kabilelerine dönüp baktığımızda onların doğumlarının çok daha farklı olduğunu görürüz. Bu fark uçurum kadar büyüktür çünkü bu kadınlar doğum süreçleri boyunca bırakın acı çekmeyi, adeta haz yaşamaktadırlar. 

Hastane ortamında bu hazzı yaşamamıza engel olan bir takım şeyler vardır. Bunlardan biri beyaz ışık, sürekli açılıp kapanan ve yabancı doktor ya da hemşirelerin odaya girişi, doğum anında rahmin kesilmesi ya da en vahimi çocuğun vakumla çekilmesi veya son anda karar verilen sezeryanlardır. Tüm bu uygulamalar tüm bu kutsal sürecin travma hatta adeta tecavüz gibi hissedilmesine neden olur. Hem de sadece anne için değil, bebek ve hiçbir şekilde farkında olmasa da, eş için de bu büyük bir doğum travmasıdır ve ilerleyen zamanlarda bütün aile yapısını çekirdekten zedelemeye başlar. 

Minik günahlarımız 

Yaklaşık olarak 3 ay içinde ruh artık anne karnındaki yaşamına başlar. Ama aslında her ruh anne ve babayla birlikte yaşamaya bundan çok daha önce başlamaktadır. Astral boyutta ruh kader planını belirledikten sonra bu plana en uygun gökyüzünü beklerken bir yandan da anne ve babayla dünya boyutunda zaman geçirmeye başlar. Aslında bütün herşey bu an itibariyle başlamaktadır. Ama işte tam da bu anla birlikte ve özellikle de hamile kaldındıktan sonra toplumun bize dayattığı minik günahları işlemeye ve büyüleyici, kutsal sürece zarar vermeye başlarız. Bu minik günahların ilki doktora koşmak ve ultrason sürecidir.

Ultrasonun bebeğe zarar verdiğini bilmemiz gerekir. Doğumdan sonra bebeğin hemen anneden alınarak tartılması ve çeşitli aşıları olması da normal değidir. Tüm bu uygulamalar travmalara ve ciddi psikolojik sorunlara neden olur. Bazı doktorlardan bundan sonra bütün çocukluk aşılarının MRNA aşıları olacağını duydum. Umarım bu asla olmaz çünkü bu aşıların yan etkierini birçok bebek kaldıramayacak. Bu yüzden lütfen çocuğunuz elinizden alındıktan sonra ona ne gibi uygulamaların yapıldığına emin olun. Bahsetmiş olduğum doğa kabilelerinde erken doğumlara, bebek ölümlerine ve sarılık gibi doğum sonrası oluşan hastalıklara neredeyse hiç rastlanmamaktadır. Bunun nedenini sorgulamamız gerek. Günümüzde en korkunç bakterilerin hastane ortamlarında var olduklarına ve hastaneye yatan birçok insanın enfeksyondan öldüğünü biliyoruz. Böyle tehlikeli bir ortam bir bebeğin dünyaya gelişi için uygun bir ortam değildir. Ayrıca hastaneler adı üstünde hasta insanların gittiği yerlerdir. Oysa hamilelik bir hastalık değil, tamamen doğal bir süreçtir ve doğal bir akışa ihtiyaç duyar. Doktor veya ebe değil, annenin kendisi sezgileri aracılığıyla hangi pozisyonda durması gerektiğini, ne zaman ıkınması gerektiğini çok iyi hisseder. Rahim buna göre hal alır, genişler, annenin de bebeğin de bu süreci mükemmel bir şekide atlatabilmesi için her ikisini de destekler. Rahimi kesiklerle incitmek kadın bedeninde kortizol şokuna neden olur ve bu da sancıların azalmasına, yani doğum sürecinin uzamasını sebep olur. 

Hastane ortamında yapılan en büyük hatalardan bir diğeri de göbek bağının hemen kesilmesidir. Göbek bağının bebek için çok büyük bir önemi vardır ve hızlıca kesildiğinde bilinçaltına yetersizlik hissi yerleşir ve bir ömür boyu kalır. Lütfen bebeğinizle hemen bağınızın kesilmesine izin vermeyin. En az 1-2 saat boyunca isterseniz kendiliğinden kopana kadar birkaç gün boyunca aranızdaki bağın sembolü olarak var olmasına izin verin. 

Corona süreci büyük bir uyanışa neden oldu ve aşılarla ilgili gerçekler su yüzeyine çıktı. Artık birçok anne baba çocukları doğar doğmaz onları korumaya alıp, hiçbir çocukluk aşısını vurdurmuyorlar. Aşı olan çocuklarına kıyasla aşı olmayanların çok daha iyi geliştiğini ve daha sağlıklı olduklarını da söylüyorlar. Biliyorum şu an içinizdeki ses ya hastalanırlarsa diyor. Bu da yine korkunuzun sesi. Kadimler çocukluk döneminde geçirilen hastalıkların ruhun olgunluk sınavları olduğuna inanırdı. Doğada yaşayan kabileler hala bunun ne kadar doğru bir inanç olduğunu anlatırlar. Yani korkularınız yersiz. Ölüm tarihimiz belli olduğu için ha aşı olmuş ha olmamışsınız, hiçbir şeyi değiştirmez. Her hastalık bir lütuftur, bir inisiyasyondur. Çocukken geçirdiğimiz her hastalık bağışıklığımızı kuvvetlendirir. Olduğumuz aşılar ise daha çok bağışıklığımızı çökertirler. 

Yazılarımda yapay rahim projelerinden sürekli bahsediyorum. Kadınların elinden doğurganlıkları çalınmak isteniyor. Çünkü bu projeleri yönetenler kadınlardan bu gücü çalarak kendilerine bu gücü armağan edecek ve tanrı olduklarını ilan edecekler. 3. Dünya Savaşında yeni bir cephe daha açıldı. O da kadınların bedenleri, daha doğrusu rahimleri. 

Kova çağında doğan çocuklar çok nadir olacaklar. Hem nüfustaki hızlı azalma yüzünden hem de iki yıl önceki geçtiğimiz tıbbi soykırım yüzünden. Bu gerçek bir bilgi mi bilmiyorum ama bazı medyumlardan bebek ruhların aşısız anne ve babaların bedenleri aracılığıyla doğmak istediklerini ve çok az sayıda aşısız insan kaldığı için ruhların dünyaya doğmaktan vazgeçtiğini duydum. Zaten aşılılarda ya hamile kalamama ya da bebeği düşürme riskleri iyice artmaya başladı. Kısacası birçok insanın yaratımını ve işleyişini bozmayı başardılar. Bu yazıları uyuyanları uyandırmak için kaleme alıyorum ki, bedenlerimize daha fazla müdahale etme cüretini gösteremesinler.