MEDİKAL ASTROLOJİDE BAŞAK BURCU & KARACİĞERİMİZ

  • Share

MEDİKAL ASTROLOJİDE KLOR DİOKSİT & BİLMEMİZ GEREKENLER

  • Share

MEDİKAL ASTROLOJİDE PLÜTON & KANSER

  • Share

MEDİKAL ASTROLOJİDE AY VE TİROİD

  • Share

MEDİKAL ASTROLOJİDE NEPTÜN VE PARAZİTLER

  • Share

MEDİKAL ASTROLOJİDE MARS VE İNFLAMASYON

  • Share

MEDİKAL ASTROLOJİDE Ay ve çocuk sağlığı

  • Share

MEDİKAL ASTROLOJİDE Venüs & kadın sağlığı

  • Share

MEDİKAL ASTROLOJİDE URANÜS & NÖROLOJIK SAĞLIĞIMIZ

  • Share

BEDENİMİZDEKİ PLÜTONİK ZEHİRLER

  • Share
astro medikal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
astro medikal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MEDİKAL ASTROLOJİDE BAŞAK BURCU & KARACİĞERİMİZ

 

Bedenimizde öyle bir organ var ki, 500'den fazla göreve sahip. Tam bir işkolik. 5 dakika bile dinlenmeden bir ömür boyu bize hizmet etmekte. 

Bu kadar çalışkan bir organı Başak burcundan başka kimse temsil edemezdi. Gezegenlerden Jüpiter karaciğerimizin yönetimi üstlense de, Başak burcu karaciğerin tüm görevlerinin arkasındaki burçtur. Tıpkı bir Başak nasıl evinin temizliğinden sorumluysa karaciğer de bedenin arınma mekanizmalarından sorumludur. Bedenimizi o temizler, toksinleri o ayırır ve bedenimizi terk etmeleri için gerekli organlara yönlendirir. 

Aslında bedenimizi cildimiz veya verdiğimiz nefeslerle de arındırırız. Ama tüm bunların düzgün çalışabilmesi karaciğerimizin iyi durumda olmasına bağlıdır. Bu yüzden karaciğerde bir sorun varsa bu kendini çeşitli cilt sorunları olarak veya nefes/ağız kokusu şeklinde gösterebilir. Hatta çok kötü kokan ter de karaciğerdeki toksinlerin belirtisidir. Kadınlar erkeklere nazaran adet döngüleri aracılığıyla da arınırlar. Yani adet döngüsünde yaşanan sorunların arkasında da karaciğer bulunmaktadır. 

Karaciğerin ağrısı yoktur. Sadece aşırı yağlanma olduğunda bedenin sağ alt köşesinde büyümeden dolayı bir rahatsızlık hissi oluşabilir. Onun haricinde karaciğer ağrısını en çok yorgunluk olarak gösterir. Kronik yorgunluğun çağında yaşadığımız için neredeyse hepimizin karaciğeri bir hayli kötü durumda. Çünkü atalarımızdan bu yana ilk defa karaciğerimizin kaldıramayacağı kadar fazla toksine maruz kalmaktayız. Tarım ilaçları, kalitesiz içme suları, hava kirliliği ve kozmetikten temizlik ürünlerine kadar kullandığımız veya maruz kaldığımız her şeyin içinde sessiz, görünmeyen toksinler var. 

Toksinlerin çoğu yağda çözünür ve bedenimizde yağla birlikte depolanır. Hızlı kilo verirken bu toksinlerin hepsi serbest kalır bu yüzden kilo verme süreci sağlıklı da olsa toksinlerin bedende serbest kalmasından dolayı çeşitli sağlık sorunlarını beraberinde getirebilir. 

Karaciğerin toksinleri atabilmesi için bunların suda çözünür hale getirilmesi gerekilmektedir. Bunun için karaciğerde 2 aşama gerçekleşir. Karaciğerin gerçekleştirdiği ilk arınma aşaması için B grubu vitaminleri, fosfor, sağlıklı yağlar, bitkilerin içinde bol miktarda bulunan flavonoidler ve glutatyon gerekmektedir. Onlar olmadan arınmanın ilk mekanizmasında sorun yaşanır ve tıkanma meydana gelir. Bu aşamada birçok toksin ve serbest radikal serbest kalır. Bunlar için bedenimiz antioksidanlara ihtiyaç duyar, yani E ve C vitamini, selenyum, manganez, çinko ve Koenzim10 gibi koruyucu güçlere. Bu aşamada devedikeni gibi bitkiler de bedeni desteklemektedir. İkinci aşamada ise önemli olan asıl şey amino asitler yani proteindir. 

Yanlış tarım uygulamaları yüzünden topraklarımızda mineral değerleri iyice azaldığı için sağlıklı beslendiğini zannedenlerde bile vitamin ve mineral eksiklikleri bulunmaktadır. Bir takım saçma insanların ortaya attığı et politikaları yüzünden de sağlıklı proteinlere ulaşma imkanımız iyice azalmakta. Yani bir yandan her alandan üzerimize gelen toksinler, bir yandan da karaciğerin görevini gerçekleştirmesi için ihtiyaç duyduğu mineral ve besinlerin azlığı.. Kısacası hepimizin karaciğeri ayvayı yemiş durumda. 

Bir antioksidan olan glutatyon karaciğerin ikinci arınma aşamasında da büyük bir göreve sahiptir ve aslında bir kükürt bileşimidir ve sarımsak, soğan, lahana gibi kötü kokan şeylerin içinde bulunur. Sarımsakla soğanı neredeyse her yemeğin içine koyuyoruz diye düşünmeyin. Maruz kaldığımız toksinler yüzünden daha fazla kükürte ihtiyacımız var. Glutatyon için selenyum da çok önemlidir ve maalesef toplumun büyük çoğunluğunda artık yeteri kadar miktarda bulunmamaktadır. Glutatyonu dışarıdan almak ise pek etkili değildir. Bu yüzden bedenimizin onu kendi yaratması için kükürt, selenyum ve omega 3 depolarımızın tam kapasite dolu olması gerekir.

Bu yazımda kısa ve anlaşılır bir şekilde karaciğerimizin sağlıklı olabilmesi için nelere dikkat etmemiz gerektiğini anlattım. Artık her sağlık sorununun bağırsaklarda başladığı söyleniyor. Karaciğer ve bağırsaklar ise birbiriyle yakından alakalı çünkü ikisi de bir hazım ve arınma organı ve her ikisi de Başak burcu tarafından temsil edilmekte. 

Bedenimizde bu kadar büyük bir göreve sahip olduğu için karaciğerimizin kıymetini bilmemiz ve sağlığımızın sorumluluğunu üstlenmemiz dileğimle..


MEDİKAL ASTROLOJİDE KLOR DİOKSİT & BİLMEMİZ GEREKENLER

Medikal astroloji yazılarıma kısa bir ara verdikten sonra farklı bir konuyla geri dönmek istedim. Bugünkü konumuz Türkiye'de henüz pek bilinmeyen etkileriyle klor dioksit. 

Hatırlarsanız Donald Trump salgın ilk patladığında "dezenfektan, çamaşır suyu vs için" gibi bir laf ettiğinde herkes şaşırmış ve iyice kafayı yediğini düşünmüştü. Oysa bahsettiği asıl şey klor dioksit idi ve gerçekten de ölüm döşeğinde olan bazı hastaları tekrardan hayata geri getirebilmişti. Daha o zamanlardan bunu bilenler hastaneye düşmeden kendilerini tedavi edebildiler. 

Bu yazımda bahsettiklerim benim şahsi fikrim değil. Bu konuyla ilgili katıldığım kongredeki Dr. Dietrich Klinghardt, Dr. Andreas Kalcker gibi önemli ve bağımsız doktorlardan edindiğim bilgileri paylaşıyor olacağım. Bu doktorlar kim diye soracak olursanız da, kısaca 'çaresi olmayan' olarak pazarlanan ALS, Parkinson, Alzheimer, MS, otizm, kanser gibi hastalıkları iyileştirmeyi başaran doktorlar ve bunları alışılmışın dışında olan yöntemler üzerinden yapıyorlar. 

Madem onca hastalığa iyi geliyor bizim niye haberimiz yok diye soruyorsanız artık uyanmanın zamanı geldi demektir. Çünkü iyileşmeyen hastalık diye bir şey yoktur sadece iyileşmeyen daha doğrusu iyileşmek istemeyen hasta vardır. Bedenimiz o kadar muazzam bir tasarımla yaratılmıştır ki, kendisini her an yenileyebilecek ve iyileştirecek kabiliyete sahiptir. 

2 senedir hepimiz zor zamanlar yaşadık. Evlerimize kapandık, hapsolduk, hastanelerde süründük, aşılanmaya mecbur bırakıldık, hatta sevdiklerimizi kaybettik. Geriye dönüp baktığımda yaşanan onca acı için o kadar çok üzülüyorum ki.. Oysa bağımsız doktorlar bilimsel çalışmalarıyla birlikte daha salgının ilk zamanlarında klor dioksitin ne kadar etkili olduğunu kanıtlamıştı. Yani ölen onca insanı çok basit bir çözümle hayata geri döndürme şansımız vardı ama medya bu haberlerin gün ışığına çıkmasına izin vermedi. 

Maalesef iş sadece bu salgınla bitmedi. Bu tarz hastalıklar 5G ve elektrosmog artışıyla canımızı daha çok yakacak. Bill amca boşuna bir sonraki salgın bundan bin beter olacak demiyor. Bu yazımı yazmamdaki amaç bu korku ve paniğe bir son vermek. Bu dünya milyonlarca yıldır ne bakteriler, ne parazitler, ne virüsler gördü.. Hiçbiri insan neslini sonlandıramadı. Tam tersine güçlendirdi ve bağışıklık sistemini her koşula uyum sağlayabilecek şekilde programladı. Korkmak yerine herşeyin bir çaresinin olduğunu kendimize hatırlatmamız ve bu gibi basit, kolay ve zararsız çözümlerin nasıl kullanıldığını bilmemiz gerek. 

Klor dioksit nedir & nasıl işe yarar?

Aslında en basit anlamıyla klor dioksitin oksijenin ulaşamadığı, artık yaşamın var olmadığı yere oksijeni ulaştırıp, hücreyi tekrardan yaşama döndürdüğünü söyleyebiliriz. Bedende oksitlenme hangi hücrede veya hangi organda bulunuyorsa oraya yönlenir ve hücreyi eski sağlığına kavuşturur. Bir diğer anlatımla hücre ve organda deformasyona neden olan parazit, virüs, bakteri veya tümörü yok eder. Tıpkı ateş gibi bedene zarar veren tüm patojenleri yakarak etkisiz hale getirir. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi bedende parazit, virüs ve bakterilerin bulunabilmesi için bedenin asidik olması gerekmektedir. Klor dioksit tam da asidik olan bölgeye yönlendiği için kısa sürede hastalığın iyileşmesine neden olmaktadır. İyileşme belirtileri genelde 5 günlük kullanımdan sonra kendisini gösterir. 

Klor dioksit hakkında çok fazla yalan yanlış haber bulunuyor. Bunlardan biri de klor dioksitin bir ağartıcı olduğu yalanı. Yani klor dioksit bir çamaşır suyu değil. Ayrıca yüzme havuzlarına eklenen klorla da karıştırılmamalı. Klor dioksit bir toz değil, bir gazdır ve rengi de sarımsıdır. En güzel özelliği bedendeki arınma mekanizmalarını harekete geçirmesi ve toksinlerden arınmayı sağlamasıdır. 

Diğer medikal astroloji yazılarımı okuduysanız süslü püslü isimlere sahip olan modern hastalıklarının ardında toksinlerin, parazit veya virüslerin olduğunu biliyor olmalısınız. Mesela alzheimer'ın ardında çoğunlukla herpes virüsü, tiroid hastalıklarında epstein barr virüsü, MS'de ise borellia bakterisi bulunmaktadır. Bedenimizdeki birçok bakteri, parazit veya virüsün var olabilmesi için organ ve hücrelerimiz alkali yerine asidik olmalıdır. Bir kene asla alkali olan bedeni ısırmaz çünkü onda barınamayacağını bilir bu yüzden daima asidik bir bedeni arar ve ona yerleşir. Bu arada Dr. Klinghardt kenelerden bulaşan borellia bakterisinin 2. Dünya Savaşı sırasında Adolf Hitler'in güç kazanması uğruna laboratuvarda geliştirilip, uçakla Polonya üzerine atıldığının bilgisini paylaştı. Yani başımıza bela olan onca parazit ve bakteri maalesef çoğunlukla doğa yapımı yerine laboratuvar yapımı olduğu için hastalıklar bu kadar hızlı çoğalıyor. 

Bu arada şu küçük bilgiyi de araya sıkıştırayim. Dr. Klinghardt'a 2019 yılının yaz aylarında şiddetli akciğer enfeksiyonu geçiren ve Teksas'taki laboratuvarda çalışan iki hasta gelmiş. Klinghardt böyle bir şeyi daha önce hiç görmediği için bir anormallik sezinlemiş ve hastalardan gizli olarak kan örneklerini alıp dondurmuş. Salgın patlak verdiğinde bu kan örneklerini tekrardan çıkarıp bizim Cavid olduğunu anlamış. Yani olayın Çin'deki bir laboratuvarda üretildiği tam bir yalan. Bu iblis Teksas'ta yaratıldı. Ve şaka gibi salgın öncesi viral enfeksiyona iyi gelecek tüm ilaçlar piyasadan kaldırıldı ve doktorlara kullanma yasağa getirilidi. 

Konumuza geri dönersek..

Dr. Klinghardt, ağız yoluyla alınan klor dioksitten ziyade lavmanın yukarıda saymış olduğum hastalıklarda 2 hafta içerisinde iyileşme gösterdiğine tanık olduğunu anlatıyor. Lavmanla klor dioksitin beyne de ulaşması daha hızlı olmakta. Bağırsaklarımızın ikinci beyin olduğu söylenmektedir. Bu yüzden klor dioksit lavmanı direkt olarak bağırsaklardaki parazitleri etkisiz hale getirmekte ve hastanın daha hızlı iyileşmesine katkı sağlamaktadır. Klor dioksit içildiğinde klorella veya zeolit gibi (1 bardak suya 1 ç.k kadar) toksinleri bağlama yetkisine sahip olan ek yardımcıların da tüketilmesi tavsiye edilmektedir. 

Klor dioksit sadece bu hastalıkları iyileştirmekle de kalmıyor. Afrika'da görev yapan bağımsız doktorların klor dioksit ile malaria'yı (sıtma) bir gün içerisinde tedavi ettiklerini biliyoruz. O kadar mucizevi ki, bir gün öncesinde kanında malaria parazitleri bulunanlar klor dioksiti kullandıktan sonraki ertesi gün yapılan kan tahlilinde tamamıyla temiz çıkıyor. 

Peki klor dioksit nasıl kullanılır?

Göz damlası olarak kullanılabilir, yaralı bölgeye suyla seğreltilmeden sürülebilir, kulak ağrılarında kulağa da damlatılabilmektedir. Ağız yoluyla alınabileceği gibi dediğim gibi lavmanı da etkili olmaktadır. Tüm bu yöntemlerin uygulanması zor olan yaşlılarda da ayak banyosu olarak değerlendirilebilir. Ayak banyosu aynı zamanda mantarda da etkili olmaktadır. Cilt kanserinde veya ciltteki parazitlerde küvet suyuna klor dioksit eklenerek banyo yapılabilir. Diş sağlığı için gargara olarak kullanılabilir. Yani kullanım alanı bir hayli geniş. 

Peki herhangi bir yan etkisi var mıdır?

Klor dioksit MMS'den farklı olarak herhangi bir olumsuz yan etkiye yol açmamaktadır. Eğer yine de bir rahatsızlık hissederseniz 1000mg C vitamini alabilirsiniz. Klor dioksit bir oksidan olduğu için bir antioksidan olan C vitamini, etkisini minimuma indirecektir. Bu yüzden aslında ikisinin aynı anda alınmaması tavsiye edilir. Bir diğer yan etkisi kanı sulandırmasıdır. Özellikle ameliyat olacaksanız öncesinde klor dioksiti kullanmayı bırakmalısınız. Bu bir yan etki olmasa da klor dioksit yüksek tansiyonu da dengelemektedir. Bu yüzden klor dioksit aracılığıyla tansiyon haplarınızı doktorunuzla konuşarak azaltabilir hatta belki tamamen bırakabilirsiniz. 

Klor dioksit buzdolabında 10 derecenin altında saklanmalıdır. Yalnız bir gaz olduğu için şişe kapağının açılmasıyla uçacağı için yıllar içerisinde etkisini kaybedebileceğinden kullanırken dozunu arttırmak gerekebilir. (Bunu sıvının renginden anlayabilirsiniz. Sarısı ne kadar fazla ise gazı o kadar çoktur) Bunun haricinde amber cam şişelerde karanlık kalacak şekilde saklanmalıdır. 

Nasıl hazırlanır?

Kongreye Türkiye'de yaşayan bir Alman kadın katılıp klor dioksiti nereden temin edebileceğini sordu. İlginç bir şekilde (sanırım henüz kimse uyanmadığı için) Türkiye'de bunu eczanelerden bile alabiliyormuşuz. Konuşmacılar klor dioksitin Türkiye'de su arındırmada çok sık kullanıldığını ve Avrupa'nın aksine hiçbir yasal sıkıntının olmadığını söylediler. Yani eczacınıza hazır klor dioksiti satın alma imkanınızın olup olmadığını sorabilirsiniz.

Yalnız aslında en etkilisi klor dioksiti her kullanımdan önce sizin karıştırıp hazırlamanız. (Daima cam kullanılmalıdır asla metal kaplar kullanmayın) Bunun için cam şişenin içinde %22.5'lik sodyum klorit (NaClO2) ve %4'lük hidroklorik asit (HCL) satın almalısınız. Hazırlanışı ise çok basit. Temiz bir cam bardak veya şişenin içine 1 damla sodyum klorit ve 1 damla hidroklorik asit damlatmalı ve sıvının sarıya dönmesini beklemelisiniz. Ölçü daima 1:1 oranıyla olmalıdır. Yani kaldırabildiğiniz miktara göre mesela 6 damla sodyum klorit damlatıyorsanız 6 damla da hidroklorik asit damlatmalısınız. Yaklaşık olarak 1 dakika boyunca etkileşime girmeleri beklenir. (Etkileşime girdiklerini o yoğun sarı renkten anlayabilirsiniz) Sarı rengi gördükten sonra üzerine içme suyunuzu ilave edip içmelisiniz. Daima suyla seğrelterek için.

Gazın burna gitmemesi için cam bir şişeden içmek bardaktan içmektense daha kolay olabilir. Bu arada klor dioksitin soğuk içilmesi tavsiye edilmektedir. Çünkü 11 derecenin üstünde buharlaşır ve etkisini kaybeder. Bu nedenle hazır klor dioksit karışımları daima buzdolabında tutulmalıdır. 6 aya kadar buzdolabında etkisi yitirilmeden tutulabilir. Hidroklorik asit ve sodyum kloriti ise yıllarca saklayabilirsiniz.

Ne kadar kullanılır? 

Aslında genel kural az dozla başlayıp bunu yavaşça artırmaktır. Hangi dozun size iyi geldiğine sezgisel olarak hissedeceksiniz. Eğer doz yükseltildiğinde rahatsızlık hissi oluşuyorsa tekrardan doz azaltılmalıdır. Viral enfeksiyonlarda gün içerisinde sık sık küçük dozlar alınırken, bakteriyel enfeksiyonlarda yüksek dozlar gün içerisinde daha az olarak tüketilmelidir. Ağır metal ve toksin zehirlenmelerinde uzun vadede yüksek dozlar kullanılmalıdır. Zehirlenmelerde her birkaç dakikada bir küçük yudum içilir. Parazitlerde yüksek doz en az 1 hafta boyunca her gün kullanılır. 

Dozlar yemeklerden en az  yarım saat önce alınmalıdır. Genel kural olarak 1.5-2 saat aralığını aklınızda tutabilirsiniz. Yani klor dioksit içiyorsanız yemeklerinizi en az 1 saat sonra yiyin. Antioksidanlarla ise en az 4 saat aralık bırakın. Kronik rahatsızlığınız ne kadar şiddetliyse alacağınız doz da bir o kadar yavaş artırılmalı ve iyileşme belirtileri gözlemlenene dek uzun vadeli kullanılmalıdır. 

Yandex veya google gibi bilindik arama motorlarından arama yaptığınızda Dr. Andreas Kalcker'in protokollerine ulaşamayabilirsiniz. Aslında kendisinin birçok yabancı dile çevrilmiş hazır uygulama protokolleri var. Ordan her türlü bilgi edinebilirsiniz. Örnek olarak bir protokolü burda paylaşıyorum. 

Genelde 3 gün boyunca 6 damlayla başlanıp bu ilerleyen günlerde 11 damlaya kadar çıkarılır. (1-1.5 litre su içerisine ilave edilip gün içerisinde içilir). Sonra 4 gün boyunca 12 damlaya yükseltilir. Sonra 7 gün boyunca günde 18 damlaya yükseltilir. Sonraki 7 gün boyunca 24 damlaya çıkılır. Eğer doz artışında mide bulantısı gibi herhangi bir sorun yaşanıyorsa dozu düşürülmelidir. Zaten az dozlardaki kullanımı daha etkili olmaktadır. Kronik rahatsızlıklarda 6 ay, kanserde ise 1 yıl içerisinde iyileşme gözlemlenmektedir. 

DMSO nedir? 

Klor dioksit DMSO ile de tüketilebilir. DMSO (dimetil sülfoksit) bir kükürt bileşiğidir ve doğada bol miktarda bulunur. Okyanuslarda planktonlar doğal olarak yaratır ve atmosfere karışmasını sağlarlar. Yani klor diyoksit de, DMSO da doğada var olan doğal süreçlerdir. 

DMSO, antibiyotik ve kortizonla birlikte 20.yüzyılda geliştrilimiş olan 3 tedaviden biridir ama nedense diğerlerine nazaran pek ismini duyuramamıştır. DMSO hem ağrı kesici özelliklere sahiptir, hem inflamasyonu dengeler. Ayrıca hücre yenileyici olarak bilinmektedir. Kısacası etki etme kapasitesi çok yüksektir bu yüzden kanser başta olmak üzere birçok sağlık sorununda büyük fayda sağlar. 

DMSO tıbbi bitkilerle kombinlendiğinde gerçekten mucizevi etkiler yaratabilmektedir ama bunun için ikisinin arasında en az 2 saatlik zaman bırakılmalıdır. Yani DMSO alındıktan 2-3 saat sonra peygamber süpürgesi (Artemisia annua) viral ve bakteriyel enfeksiyonlar için kullanılabilir. DMSO tıbbi bitkilerin hücrelerin daha da derinine ulaşabilmesini sağladığı için bu kadar etkili olmaktadır. 

Klor dioksit yaşağı 

Klor dioksidi ilaç sektörünün çok kuvvetli olduğu Almanya gibi ülkelerde sağlık amaçlı kullanmak yasaktır. Bu yüzden hastalarına yardımcı olmak isteyen doktorlar bunu büyük bir gizlilik içinde yapmak zorunda kalıyorlar. Oysa Latin Amerika ülkelerinde bunu sağlık amaçlı kullanım için her eczaneden kolaylıkla temin edebiliyorsunuz. Ben kendim henüz denememiş olmama rağmen kansere yakalanıp da kemoterapiyi reddedenlerin klor dioksitle kanseri yendiklerine şahit oldum. Madem klor dioksit bu kadar etkili ve güvenli o zaman neden yasak diye soranlarınız hala varsa kanserli bir hastanın bir hastaneye ne kadar para kazandırdığını araştırsın. 

Doktorluk mesleğine karşı saygım sonsuz ve iyiki iyi doktorlarımız var. Yalnız söz konusu insan sağlığı olunca bilinçli olmamız çok önemli. Bir kalp cerrahının kalp cerrahı olabilmesi için ilk önce onlarca safra ameliyatında başarılı olması gerektiğini belki de duymuşsunuzdur. Bir doktor için kanserli hasta büyük bir para kazancıdır. Safrasında ufak bir taşı olan da bir kalp cerrahı için yükseliş fırsatıdır. Yani her doktorun sizinle empati kurabileceğini zannetmeyin ve her doktorun iki dudağının arasından çıkan felaket haberleriyle hemen hayatınızı karartmayın. 

Maalesef çocukluğumdan beri tıbbın o kadar çok istismarına uğradım ki, bu sektöre olan inancım kalmadı. Lüks arabalarla takım ceketli karanlık insanların çanta dolusu ilaçlarla benden önce doktoruma girdiğini gördüm. Bu yüzden sadece bağımsız olan doktorları takip ediyor ve sadece onların sözlerine değer veriyorum.

Daha önceki yazılarımı okumuş olanlar bizim ailemizde de teyzemin geçen sene kanseri yendiğini biliyordur. Teyzem bunu kemoterapi ve ağır ilaçların yardımıyla başardı çünkü doktoru onu bu şekilde yönlendirmişti. Tam da kabus bitti artık iyi olacak derken bu sefer de rahminde büyüyen kist yüzünden doktoru "gel komple rahmini alalım, sen de rahat et bir daha kanser olma riskini yok edelim" dedi. Benim bildiklerimi bilmeyen birisi için bu çok masum ve yardım sever, iyi niyetli bir cümle ama keşke gerçekler de bu kadar masum olsa..

Medikal astrolojide hormonları Ay yönetir. Ay ayrıca rahim ve dişil enerjiyi de yönetmektedir. Rahim esmasından sorumludur. Teyzemin göğüs kanseri hormon bağlantılı olduğu için bedene hormon baskılayıcı ilaçlar verildi. Bu haritasındaki Ay'ın gücünü tamamıyla devre dışı bıraktı. Eğer astrolojide bir gezegen enerjinizi bastırırsanız çok kötü bir şekilde intikam alırcasına etkisini tersine döndürür ve baskın hale gelir. Bu da tabiki rahimde aslında tamamen masum olan kistinin büyümesine neden oldu. Oysa Ay'ın etkisi pozitif şekilde tezahür edilseydi iş bu raddeye gelmeyecekti. Teyzem tekrardan doktorunun sözünü dinleyerek dişil enerji merkezini tamamıyla yok etme kararını aldı. 

Kanser kongresinde konuşan doktorlar hormonların kansere neden olamayacağını, olsaydı hormonların adeta çıldırdığı hamilelik döneminde kadınlarda kanser artışını tetiklemesi gerekeceğini hatırlattı. Bu konuda fikir çatışması olduğunu biliyorum bu yüzden noktayı koyup, gerçeği öğrenmeyi herkesin kendi inancına bırakıyorum. Rudolf Steiner, hekimin hastasına verdiği ilacın en az 4 kuşak boyunca aileyi nasıl etkileyeceğini düşünerek ilacı verme kararı alması gerektiğinden bahsederdi. Bunu günümüzde acaba hangi doktor yapıyor? 

Tüm bunları niye anlattım diye soracak olursanız size hem başka kolay yolların var olduğunu göstermek hem de medikal astrolojide gezegen enerjilerinin üzerimizde nasıl etkiler oluşturabileceğini hatırlatmak istedim. 

Sağlık sektörü tıpkı eğitim ve para sektörü gibi Kova çağında değişmek zorunda çünkü şu anki halleriyle sadece karanlığa hizmet ediyorlar. Tüm bu konularda ne kadar çok bilinçlenir ve sağlığımızın sorumluluğunu kendi elimize alırsak o kadar iyi olur. 

Bu arada unutmayın. Hiçbir ilaç veya madde insanı gerçek manada iyileştiremez. Daima bedenin kendi iyileştirir. Klor dioksit her hastalığa iyi gelecek mucizevi bir ilaç değildir. Sadece bedenin kendini iyileştirme mekanizmasını tıkayan etkenleri devre dışı bırakır. Bu hakikati lütfen unutmayın. 

MEDİKAL ASTROLOJİDE PLÜTON & KANSER

 

Kanser. Çoğumuzun adını bile ağzına almak istemediği ve çok korktuğu bir hastalık. Çağımızın belki de en büyük belası ve daha da kötüsü her geçen gün daha da artan bir lanet. Lanet mi yoksa lütuf olabilir mi? Gelin birlikte bu konuyu ele alalım. Hem neden arttığına bakalım, hem de kendimizi nasıl koruyacağımızı öğrenelim. 

Endüstri devrimiyle birlikte başımıza büyük bir bela aldık. Çünkü bu devrim bizi gerçek doğamızdan kopardı. İşlenmiş gıdaların hayatımıza girmesiyle birlikte organlarımızın zikrini bozduk. Bu yüzden kansere neden olan ilk şey maalesef yanlış beslenme şeklimiz. 

Geçen sene teyzem kanser mücadelesi verip yendi. Yalnız doktorunun verdiği tavsiyeler bizi bir hayli şaşırttı. Katıldığım kanser kongresinde doktorların ana şikayeti hastalar değil, doktorların kendileriydi. Kanser hastasına ne istediğini yiyebilirsin diyen doktorlar var. Oysa bu hastalığı yenmek isteyen herkes ilk önce beslenmesini değiştirmekle başlamalı. Doktorlar beslenme konusunda kendilerini bilgilendirmediği için ameliyat ve kemoterapi sonrasında 'Hadi eyvallah yine olursa yine gelirsin' şeklinde hastalarını desteklemeden tedavi sürecini tamamladıklarını zannediyorlar. Oysa kanserli hücreler yok olana dek 6 ay boyunca meyve bile tavsiye edilmiyor çünkü kanserli hücrelerin en sevdiği gıda şekerdir. 

Bir insanın temel gıdası su, protein ve faydalı yağlardır. Bu üçü olmadan sağlıklı kalmamız çok zordur. Dolayısıyla suyun kalitesine ve plastik damacanadan içmemeye özen göstermelisiniz. Gerçek, saf yayla tereyağı inanılmaz bir şifadır. Aynı şekilde doğada yaşayan hayvanların kuyruk yağı veya balık yağı gibi faydalı omega 3 oranı bol olan yağları tüketmelisiniz çünkü omega 3 bedenimizdeki inflamasyonu kontrol altına almada çok önemlidir. Artık denizlerimiz kirli, hayvanlarımız antibiyotikli ama yine de sağlıklı kalmak istiyorsak hayvansal ürünlere ihtiyacımız var. Yalnız burada kan grubunuza da dikkat etmenizi tavsiye ederim. Özellikle A kan grubu olanların et tüketiminde daha dikkatli ve seçici olmaları gerekiyor. Bu kan grubuna sahip olanlar için vegan veya vejetaryen bir beslenme tarzı mantıklı olabilir ama 0 kan grubuna sahip olan biri vegan olursa sağlık sorunları hızlıca kendini belli etmeye başlayacaktır. Yani kanser tedavisinde beslenme önemli olduğu kadar beslenme şekli kişiye has tasarlanmalıdır. Birimize şifa olan şey, diğerimize zarar verebilir. İster kanser teşhisi konmuş olsun, isterse amacınız sadece kendinizi korumak olsun, yapmanız gereken ilk şey alkali beslenme tarzına geçmektir. Asidik bir beden tüm kanser hücreleri için muazzam bir yaşam alanıdır. Alkali bir bedende kanser hücreleri hayatta kalamaz, kendiliğinden yok olmak zorunda kalırlar. Eczaneden aldığınız ph çubuklarıyla her gün ölçüm yaparak hangi gıdanın sizi asitleştirdiğini fark edebilir ve asidik bedeninizi alkali hale getirerek, tedavi sürecinizi destekleyebilirsiniz. 

Not: Şekere dönüşen her şey bedeni asidik hale getirir. Dolayısıyla tatlılar ve hamurlu gıdalar beslenmeden çıkarılması gerekilen ilk şeylerdir. Bedeni asidik hale getiren ikinci şey ise hayvansal ürünlerdir. Kanser tedavisini bu kadar zor kılan şey tam da budur. Bir yandan beden proteine ve inflamasyonu gidermesi için omega 3 yağ asitlerine ihtiyaç duyar ama bunları günümüzde beslenmemizden almamız iyice zorlaştı. Şehirde artık bunlara ulaşmak çok zor. Ulaşsanız da iş bununla da kalmıyor. 

Kanser hücrelerini besleyen ikinci önemli etken strestir. Bu stres hem yanlış beslenmenin organ ve hücrelerde yol açtığı strestir. Hem iş ve ailevi sorunlardan gelen strestir. Ama bedenimizi strese sokan ve günümüzde hepimizin maruz kaldığı çok büyük bir tehlike daha var ki, o da 7/24 elektromanyetik alana maruz kalıyor oluşumuz. Stres bağışıklık sistemimizi çökerterek içimizdeki savaşçıları güçsüz bırakır. Böylelikle kanser hücrelerine saldıracak ve onları yok edecek Allah'ın mucizevi yaratımından faydalanamaz oluruz. 

Bütün tedavileri reddetmelerine rağmen kanseri yenen insanlar yukarıda bahsettiğim şeyleri doğru yaptıkları için bunu başarırlar. Bu yüzden kanserden korkmayalım. Zaten Kübalı doktorlar kanseri çok başarılı bir şekilde tedavi ediyorlar. Yani bu hastalığın çaresi çoktan bulundu sadece herkesin iyileşmesi istenmiyor. Sonuçta arkasında büyük paralar dönen bir sektör bu. Özellikle kemoterapiden hastaneler çok büyük paralar kazanıyorlar. Bu bizi ne kadar öfkelendirse de kanseri yenmek ve iyileşmek mümkün. Sadece değişime iç dünyamızda başlamamız ve bunu dış dünyamıza yansıtmamız gerek. 

Kongrede konuşan profesörler artık kemoterapi ve ışın tedavisi yerine immün terapiyi kullandıklarından bahsettiler. Burada amaç kişiyi içten kuvvetlendirmek ve bahsetmiş olduğum savaşçı hücrelerimizi harekete geçirerek, kanserli hücreyi yok etmeleri için onlara saldırma emrini vermek. Tabiki bu tedavi kişiye özel olarak uygulanıyor ve birçok etkili faktör göz önünde bulunduruluyor. Bedende istenmeyen strese yol açan etkenler ortadan kaldırılıp, hastaya psikolojik olarak da destek olunuyor ve bütün yaşam tarzını değiştirmesi sağlanıyor. 

Gelelim genetik konusuna..

Hepimizin bedeninde parazitler, virüsler ve kanserli hücreler bulunur. Hatta bedenimizde her an kanserli hücreler oluşur. Bunlardan asla kaçamayız ki zaten kaçmamalıyız. Şu an bir genetik test yaptırsak bir çoğumuzun farklı kanser türlerine sahip olduğunu veya yatkın olduğunu görürüz. Yani aslında olay genetik mirasta değil, bizim yaşam tarzımızla alakalı. Bu yüzden ister kansere yakalanmış olalım isterse sadece önlem almak istiyor olalım, yapmamız gereken temel şeyler vardır ve bunlardan biri de uyku düzenimize dikkat etmektir. 

Araştırmalarda, en sık rastlanan göğüs kanseri hastalarında uyku hormonu olarak bildiğimiz melatoninin normalden çok daha az olduğu saptandı. Oysa melatonin hormonu bedenimizin ürettiği en kuvvetli antioksidandır. Yani melatonin ve düzenli uyku her kanser hastası için hayati öneme sahiptir. Dolayısıyla beslenmeye verilen değer kadar kaliteli uykuya da büyük bir önem verilmelidir. Kaliteli bir uyku için de elektromanyetik alanlar azaltılmalıdır. Daha az televizyon, daha az bilgisayar veya daha az telefonla baş başa vakit geçirilmeli, modemler özellikle gece uyurken kapalı tutulmalıdır. Aslında bir kanser hastası bu gibi şeylerden iyileşene kadar tamamen uzak dursa daha iyi olacaktır. Bu arada melatonin hormonu dıştan alınabildiği gibi derin uykuya yatmayı sağlayan tıbbi bitkilerden de faydalanılabilir. Araştırmalarda melatonin kullananlarda tümörlerin azaldığı da görülmüştür. 

Kongrede bir doktor kemoterapi görmüş olan hastaların cesetlerinin bir türlü çürümek bilmediğini anlattı ve bunu kemoterapiyle etkisiz hale getirilen bakterilere bağladı. Bağırsaklarımızdaki faydalı bakteriler ihtiyaç duyduğumuz vitaminleri yaratırlar. Mutluluk hormonu olan seratonini bile bakterilerimiz oluşturur. Yanlış beslenme tarzımız ve sürekli kullandığımız antibiyotik gibi ilaçlar, ki doğum kontrol hapları bile antibiyotiklerden daha da korkunç hasarlara yol açmaktadır, bu faydalı bakterilerin yok olmasına neden olur. Dolayısıyla cesetlerin bile çürümüyor olmasına şaşırmamalıyız. Kanser tedavisinin en önemli parçası bu bakterilere tekrardan yaşam alanı sağlamak ve bağışıklığımızı kuvvetlendirmektir. D vitamini değerlerimizi hızlıca yükseltmeli ve bağışıklık sistemimizi kuvvetlendirmeliyiz. Bir yandan da koenzim 10 takviyesi veya klor dioksit ile enerjimizi geri kazanabilir ve CBD yani kenevir yağı ve Omega 3 takviyeleriyle bedenimizdeki inflamasyonu dengeleyebiliriz. Tüm bunlar yapılması gerekilen çok önemli şeylerdir. Kansere neden olan ana sebeplerden biri kronik inflamasyon olduğu için aslında bedeni ve bağışıklığı desteklemek kanserli hücreyi zayıf düşürebilmemize yardım eder. Eğer doktorunuz tüm bu konularda sizi bilgilendirmeden tedavinizi sonlandırıyorsa, o zaman siz ipleri kendi elinize almalısınız. 

Kemoterapi başlangıçta kanseri yok etmede başarılı olsa da, bu tedavi şekli büyük yan etkileri beraberinde getirir. Birçok metali bedenden atmanın bir yolu vardır ama bu platin için geçerli değildir ve maalesef platin kemoterapi tedavisinden kullanılır ve ilerleyen dönemlerde kanserli hücrelerin tekrardan bedende oluşmasını sağlar. Kanser hastaları çoğunlukla kanserden ölmemektedir. Bu hastaların ölüm sebeplerine bakarsanız karaciğer ve böbrek iflasını görürsünüz. Bu iki organ toksinleri bedenimizden atabilmemiz için hayati öneme sahiptir ve kanser hastalarını ölüme götüren asıl sebep kanserin kendisi değil, bedenin toksinleri atma mekanizmasının artık çalışmıyor oluşudur. 

Özellikle kemoterapi almaya karar verdiyseniz bedeniniz yaşayan bir cenazeye döndü demektir. Kemoterapiyi kötülemek istemiyorum ama immün terapide tüm beden canlandırılıp kuvvetlendirilirken, kemoterapide bütün canlı olan şeyler ölür. Bu yüzden bağırsaklarınızdan başlayarak faydalı tüm bakterileri tekrardan diriltmek zorundasınız. Bu bakterileri canlandırmak için de vitamin ve mineral depolarınız tam olmalı. Bununla birlikte bedenin büyük bir arınmaya ihtiyacı olur. Tıbbi bitkiler bu arınmayı sağlayan en güzel şeydir. Doğal killer veya yosunlar da bu amaçla kullanılabilir. 

Uzun lafın kısası.. 

O kadar zehirle dolu bir dünyada yaşıyoruz ki, ıssız bir adaya kaçsak bile toksinlerden uzaklaşamayacağız. Yine de sağlık bu hayattaki en değerli şey olduğu için belirli bir takım şeylerden uzak durmak ve bazı şeylere de dikkat etmek çok önemli. 

Allah herkesi bu hastalıktan korusun. Yakalananlara da acil şifalar versin. Unutmayın ki, şifa da sağlık da hepimizin hakkı. Sadece bu hakka sahip çıkmalı ve doktorun yönlendirmelerinin yanında yaşam tarzımızı da değiştirmeye büyük özen göstermeliyiz. O zaman bedenimizi tekrardan arındırabilir ve kanserli hücrelerimize eski sağlıklarını hatırlatarak, şifaya erişebiliriz. 

MEDİKAL ASTROLOJİDE AY VE TİROİD

 

Medikal astrolojide Ay ve yönettiği bölgeler hakkında konuşuyorsak gözümüzün önünde her yere varabilen bir nehri düşünmeliyiz. Tiroid boğaz bölgesinde bulunan minik bir organ da olsa, aslında bütün hücrelerimize etki edecek güce sahiptir. Bu yüzden tiroid sorunlarının semptomları çok fazladır ve birçok organı etkileyebilir. Kiminin ayağa ağırır, kimi depresyona girer, kiminin libidosu düşer, kiminin ise bağırsak problemleri olur. Maalesef bu kadar fazla semptom olunca doktorların da teşhis koymaları zorlaşmaktadır. Teşhis geç konduğu için de olay iyice büyümektedir. Oysa beden seneler öncesinden tiroidin alarm verdiğini belli eder. Sürekli var olan demir ve iyot eksikliği, kan şekeri dengesizlikleri ve anksiyete gibi psikolojik sorunlar tiroidin 'bana yardım et kendimi iyi hissetmiyorum' çığlıklarıdır. 

Tiroid Ay'ın yönetimi altında olan endokrin sistemine bağlıdır ve hormonlarımızdan sorumludur. Aynı zamanda gelişim merkezidir. Eğer kişi gerçek kimliğini yaşayamıyor, kendini tıkanmış gibi hissediyor yani artık gelişemiyorsa, tiroid sorunları ortaya çıkmaya başlar. Bu sorunların tıbbi terimi inflamasyondur. Bağışıklık sisteminin savaşçıları gelişim merkezi olan tiroidin bu çöküşünü gözlemleyince ona saldırmaya başlar. Bu saldırının adı ise hipotiroid yani haşimato'dur. Tiroid, sahibinin çöken yaşam enerjisi karşısında çaresiz kalır ve kendini adeta yok etmeye başlar. 

Bir de hipertiroid vardır ve Graves hastalığı olarak da bilinir.  Hipertiroid hastalığında her şey gereğinden hızlı çalışır. Hipotiroid sorununda ise her şey gereğinden yavaş çalışmaktadır. İlkinde tiroid büyürken, haşimato'da ise iyice küçülür. 

Hipotiroid hastalığında beden ısısı düşer, üşüme meydana gelir, kalp daha yavaş atmaya başlar. Geçmek bilmeyen kronik bir yorgunluk oluşur. Kişi hayatından bezdiği için tiroid gelişimi ve yaşam enerjisi için gerekli olan tiroid hormonunu salgılamamaya başlar. Hipotiroidin arkasında yatan ana neden ruhun huzursuzluğudur. Tiroid, hormonunu salgılamayı azaltarak sahibine 'biz çok yorgunuz biraz dinlenmeye ihtiyacımız var' der. Hipotiroidi olan kişilerin ruhlarıyla o kadar kopuk bir bağı vardır ki, ilk önce ruhlarını bulmaları ve kendi özlerine geri dönmeleri gerekir. 

Hipertiroid'te ise bunun tersi söz konusudur. Her şey gereğinden hızlı çalışır. Kişi kilo almakta zorluk çeker, yemesine rağmen gıdalardan yeteri kadar besin değerlerini alamaz, kalbi hızlı atar vs. Hipertiroidin arkasında yatan ana sebep kişinin enerjisini doğru yerlere akıtamamasıdır. Tiroid aşırı çalışarak aslında sahibine 'harekete geç, bir şeyler yapalım hayatımızın tadını çıkaralım' der ama sahibi bunu çeşitli nedenlerden dolayı yapamıyordur. 

Tiroid sorunlarının ardında yatan manevi sebeplere baktığımızda çoğunlukla bir ezilme durumunu görürüz. Zaten tiroid nadiren erkeklerde rastlanan bir sorundur. Çoğunlukla kadınları etkiler. Başkaları tarafından hor görülen, hor görüldüğü için susmayı öğrenen kişilerde tiroid kaynaklı sorunlar oluşur. Aslında tiroid 6.çakrayla ilgilidir. 6.çakranın iyi çalışabilmesi ise kalp çakrasının ne kadar dengeli olduğuna bağlıdır. Çünkü boğaz çakrasını şifalandırabilmenin en güzel yolu kalpten konuşacak cesareti keşfetmektir. Ama çocukluğundan itibaren hep susturulan bireyler bu yeteneği geliştiremezler. Genelde bu kişiler hep koşullu sevginin varlığıyla büyütülürler. 'Seni sadece bunu yaparsan veya sadece böyle biri olursan severim' cümlesini çok sık duydukları için kendileri gibi olmaktan vazgeçip başka insanların istediği gibi biri olmayı öğrenirler. 

Medikal astrolojide Ay med ceziri yaratır. Bu yüzden hormonların yönetimi ona verilmiştir. Yani hormonlar sürekli bir değişim içerisindedir ve duygularımızdan etkilenirler. Bunun nasıl bir güç olduğunu hepimiz aşık olduğumuzda hissederiz. Bu yüzden tiroid sorunlarında yapay hormonlarla tedavi etmek yardımcı olsa da çare değildir. Çünkü tiroid eksik olan hormonu değil eksik olan duyguyu arar. Eğer o duyguya kavuşursa üretmeyi azalttığı veya bıraktığı tiroid hormonunu kendiliğinden üretmeye başlar. Ama eğer bunu zaten yapan bir ilaç varsa tembelleşir. 'Zaten sahibin benim gereksiz olduğumu düşündüğü için haplar aracılığıyla işi yürütüyor ben niye çabalayim ki' diye düşünür. Yani maalesef tiroid ilaçları bizi bir kısır döngüye sokar. 

Tedavi için iyot, selenyum ve demir gibi mineraller çok önemlidir. Bununla birlikte çinko, B vitaminler grubu D ve A vitaminin büyük bir önemi vardır. Her hastalıkta da olduğu gibi ilk önce vitamin ve mineral dengeleri kontrol edilmeli, gerekliyse takviyeler alınmalı ve beden toksinlerden temizlenmelidir.

Bedeni arındırmak her hastalıkta olduğu gibi tiroid şikayetlerinde de çok önemlidir çünkü haşimato hastaların çoğunda epsteinbarr virüsü tespit edilmiştir. Bir önceki yazımda bahsettiğim parazitler konusu da tiroid sorunlarının ardında yatan ana etkendir. Bu yüzden ilaçlarla sadece tiroidinizi dengeye sokmanız yeterli olmayacaktır. Bütün bedeninizi arındırıp bağışıklığınızı kuvvetlendirmelisiniz. Virüs ve parazitler sadece asidik bir bedende tahribata yol açabildiği için alkali beslenmeye geçmeli, glutenle birlikte süt ürünlerini ve özellikle de viral bir sorun varsa yumurtayı bir müddet hayatınızdan çıkarmalısınız. Aslında otoimmün hastalıklarda hangi gıdalara karşı bedenin hassas olduğunu öğrenmek büyük fayda olacaktır ama tüm bunlar maddi güce bağlı olduğu için yardım alamayanlar Mehmet Ali Bulut'un 'can boğazdan çıkar' kitabını alabilirler. Çoğunlukla bize yaramayan gıdaların hangileri olabileceğini kan grubumuz belli eder. Beslenmenizi kan grubunuza göre düzenlerseniz büyük bir adım atmış olursunuz. 

Aminoasitler yani proteinler hücre ve dokularımızın kendini yenileyebilmesi için çok önemlidir. Bu yüzden kan grubuna göre aminoasitleri sağlıklı yollardan nereden bulunabileceğine bakılmalıdır. Zaten tiroid sorunları olanların aminoasitleri çok azdır. Aminoasitler için de iyot gereklidir. Ama tiroid şikayetleri varsa iyot alımı bir doktorun rehberliğinde gerçekleşmelidir. 

Tiroid tedavimizi desteklemek için kullanabileceğimiz tıbbi bitkiler de vardır. Mesela limon otu, aslan kuyruğu, kurtayağa (Lycopus europaeus) veya yara otu (Prunella vulgaris) hipertiroid şikayetlerini azaltmada etkilidir. Bu bitkiler tiroid hormonlarının aşırı salgılanmasını engellerler. 

Hipotiroid şikayetlerini azaltmak için ise sarı kantaron, şizandra üzümü, zerdeçal veya dul avrat otu kökü gibi bitkilerden fayda görülebilir. 

Tiroid şikayetlerinden kurtulmak için böbrek üstü bezlerimize de dikkat etmeliyiz çünkü bedenimize asıl ihtiyaç duyduğu enerjiyi veren merkez orasıdır. Böbrek üstü bezleri kuvvetlendirilirse tiroid kendiliğinden güç kazanır. Böbrek üstü bezlerine en iyi gelen şey tıbbi mantarlardır. Reishi, shitake veya kordisep mantarlarına ulaşma imkanınız varsa kullanabilirsiniz. Mantarlara ulaşma imkanı olmayanlar adaptojen grubundaki tıbbi bitkilerden de faydalanabilir. 

Tiroid sorunlarınızdan kurtulmak için duygularınızı bastırmayın. Öfkenizi de sevginizi de olduğu gibi gösterin. Tiroidini aldırmış olan ama geçmiş travmalarını özgürleştirmek için terapilere katılan insanlarda çok tuhaf bir şekilde tiroidin tekrardan oluştuğu gözlemlendi. Bedenimiz bu kadar mucizevi bir şey işte. Bu yüzden hastalık da, sağlık da bizim elimizde. 

MEDİKAL ASTROLOJİDE NEPTÜN VE PARAZİTLER

 

Bir önceki yazımda her hastalığın ardında inflamasyon bulunur demiştim. Birçok inflamasyonun ardında da parazit olarak adlandırdığımız görünmeyen canavarlar vardır. Kısacası parazitler alzheimer, epilepsi gibi nörolojik rahatsızlıklara sebebiyet verebilirken aynı zamanda kansere yakalanmamızın ardındaki ana sebeplerden olabilir. Hatta Amerikalı bir doktor kanser hastalarını yüksek doz parazit ilaçlarıyla iyileştirmeyi bile başarmıştır. 

Bilim dünyası şimdilik insanın bedeninde yaşayabilen 200 bin parazitin var olabildiğini keşfetti ve henüz bu konu hakkında pek fazla bir şey bilmiyorlar. Bu yüzden teşhisi de tedavisi de muallakta kalıyor. Oysa toplumumuzda birçok kişide bu problem var. Özellikle bağışıklığı düzgün çalışmayan insanların parazitlere yakalanması büyük bir olasılıktır. Bu yüzden otoimmün hastalıkları olanların parazitler konusuna büyük önem vermeleri şarttır. Özellikle otizimli çocuklarda parazitlerin olmaması çok nadir görülmektedir ve parazitler için önlem alındığında otizm belirtileri ortadan kalkmaktadır. 

Depresyon, ankisyete, panik atak, şizofreni, bipolar bozukluk veya yeme bozuklukların ardında da parazitler bulunabilir. Eğer hastalığa teşhis konamıyorsa psikolojik bir sorun damgasını vurmadan parazitlerin olup olmayacağı kontrol edilmelidir. 

Toxoplasma gondii çok sevdiğimiz kedilerimizden bize bulaşabilen bir bakteridir. Aslında doğada bol miktarda bulunur ve fareleri kedilerin bulunduğu ortama yönelmeleri için iradelerini adeta ele geçiren çok akıllı bir bakteridir. Kedi fareyi bir kere yedi mi toxoplasma gondii kendini 3 hafta içerisinde kedinin içinde 3-4 kat çoğaltabilir ve kedinin okşanmasıyla eller yıkanmadan ağıza götürülüyorsa, artık toxoplasma gondii insan bedenindedir. Belirtileri ise yorgunluk ve bir var olan bir kaybolan kas ağrıları, migren gibi şiddetli baş ağrıları, gece ter basmaları, unutkanlık, baş dönmesi, konsantrasyon güçlüğü çekilmesi, depresyon belirtileri ve korku halleridir. Ayrıca bir gün iyi görme bir gün daha kötü görme gibi şikayetlere de yol açabilir. 

Bu arada bu bakteri sadece kedilerde veya farelerde yoktur. Yediğimiz balıktan ete hatta marul gibi sebzelere kadar birçok şeyde var olabildiği söylenmektedir ama kediler çoğunlukla hane halkına yakın olan hayvanlar olduğu için en çok onlardan bu bakteri kapılmaktadır. Maalesef bu durum hamileler için büyük bir tehlikedir ve çocuğun gelişimine korkunç etkiler olabileceği için hamileliği sonlandırmak bile gerekebilir. 

Toxoplasma gondii örneğiyle kimseyi kedilere veya doğaya karşı düşman etme niyetinde değilim. Dedelerimiz ve ninelerimiz doğayla birlik içerisinde yaşarken kimse toxoplasma gondii'nin ne olduğunu bile bilmiyordu çünkü atalarımızın bağışıklığı kuvvetliydi. Hayvanlarla bir arada yaşar ama onları evlerin içlerine almazlardı. Günümüzde artan aşırı hayvan sevgisinin ardında maalesef psikolojik sorunlar yatmaktadır. İnsanların çocuk sahibi olmak yerine hayvan sahibi olmayı seçmelerinin ardında bencil bir öz sevgi ihtiyacı yatar. Özellikle kedilerin mistik yetenekleri olduğu ve insanın negatif enerjisini çekebildikleri için, insanlar tarafından adeta kullanılıyorlar. Lütfen bu sözlerimi yanlış anlamayın. Ben de kedi baktım ve kedileri çok severim. Sadece kendi sevgimi irdelediğimde ve çevremdeki insanların davranışlarını gözlemlediğimde böyle bir acı gerçeklikle karşılaştım. Kedi köpeklerini yatak odalarına kadar alan insanlar kendilerini çok yalnız hisseden ve çocukluğunda sevgisizlikle ilgili travmaları olan insanlardır. Evcil hayvanlar bu negatif enerjiyi üzerine çektiği için hayvan sahipleri onlara bağımlı hale gelir. Aslında bir vampir misali hayvanın enerjisini emer ama bunu hayvan sevgisi zannederler. 

Bir virüs, parazit veya bakteri zayıf bir bedene ihtiyaç duyar. Biz modern yaşam tarzımızla bedenimizi zayıf düşürerek doğadaki en ufak bir bakteriye karşı bile savaşamayacak duruma geldik.

En son ne zaman ateşlendiğinizi hatırlayın? Eskiden insanlar sık sık ateşlenirdi. Ateş bedenimizdeki tüm bakterileri yakar yok ederdi. 38 derece vücut ısısı atalarımızın hareketli yaşam tarzları sayesinde gerçek vücut ısılarıydı. Oysa şimdi ateş 38 dereceye çıktı mı hemen ateş düşürücü kullanıyoruz. Bedenimizin arınma mekanizmasını devre dışı bıraktığımız için bedenimiz parazitlerle kaynıyor. 

Yaklaşık olarak toplumun %20'sinin parazit kaynaklı hastalıklara sahip olduğu düşünülmektedir. Bu Türkiye baz alındığında yaklaşık olarak İstanbul nüfusunun tümü gibi düşünülebilir. 

Maalesef parazitlerin teşhisini koymak çok zordur ve dışkı örnekleri parazitlerin varlığını gösterebilmesi için laboratuvarda 15 dakika içerisinde analiz edilmelidir ve bu maalesef imkansız gibi bir şeydir. 

Bedenimizde parazitlerin olup olmadığını anlamanın en kolay yollarından biri çinko ve selenyumu ölçtürmektir. Eğer bir eksiklik varsa takviye alınmalı ve ölçüm tekrardan yapılmalıdır. Eğer takviyeye rağmen ölçüm hala eski değerleri gösteriyorsa, bedenimizdeki bir canavarın bizimle birlikte bir şeyleri yiyip tükettiğine emin olabiliriz. 

Parazitler konusu çok tuhaf bir konudur çünkü bedenimizdeki parazitler bize zarar veren ağır metallerden, glifosat gibi tarım ilaçlarından ve şekerden beslenirler. Bize zarar veren şeylerle beslendikleri için bizi bir bakıma korurlar ve hayatta kalmamızı sağlarlar. İçinizde bir canavarın yaşadığını ve onun sürekli zararlı şeyler yediğini ve ağır metallerle etrafında bir zırh oluşturduğunu düşünün. Zavallı bağışıklığımız her geçen gün güç kazanan bu canavarın karşısında güçsüz düşer. Kanserli hücrelerin büyümesinin ardında bu canavardan başka bir şey yoktur. Bu yüzden bilim dünyası henüz hala inatçı da davransa artık yavaş yavaş bu canavarı habis ruhlara benzetmeye başladı. 

Dr. Dietrich Klighardt kongre konuşmasında Hz. İsa'nın onca insanı tedavi ederken yaptığı tek şeyin bu habis ruhları uzaklaştırmak olduğunu ve bilim dünyasının bunu tamamen görmezden geldiğini anlattı. Ve egzorsizmle ilgilenen rahiplere giden insanların ertesi gün 3-4 metre kadar büyüklüğünde parazitleri çıkarttıklarına şahit olduğundan bahsetti. 

İslam literatüründe parazitler musallat enerjileri olarak tanımlanır ve korunmak için temizliğin, abdestin ne kadar önemli olduğuna dair birçok ayette vurgu yapılır. Parazit kongresinde Alman bilim insanları Kuran'dan örnek vererek, kutsal metinlerin hijyen kurallarını önemsenmesinin ardında parazitlerin olması gerektiğini anlattılar. TRT belgeseli izleyenler dünyayı gezen Amerikalı Reshad'ın "onca ülkeyi gezdim ama hiçbir yer Türk kadınların evi kadar temiz değildi" sözüne belki denk gelmiştir. Lütfen buradaki hijyen kurallarından deterjanla temizliği anlamayalım. Abdestle kastedilen şeyin fiziksel ve ruhsal bir arınma ve temizliktir. Deterjanlarla evlerini temizlediklerini zannedenler daha çok parazitlerin yaşayabileceği ortamları yaratmaktadır. 

Fareler üzerinde yapılan deneylerde bahsetmiş olduğum toxoplasma gondii bakterisi farelere enjekte edildiğinde, bile bile kedilere gidip kendilerini yedirdikleri gözlemlendi. Parazitler o kadar zekidir ki, zihnimizi adeta ele geçirir ve yönetmeye başlarlar. Bu yüzden şizofreni veya bipolar bozukluk gibi ruhsal hastalıkların oluşumuna neden olurlar. 

Parazitlerin en çok sevdiği şey asidik bir bedendir bu yüzden şekerli gıdaları yeme isteğimizin ardında daima bedenimizdeki parazitler bulunur. Bu habis ruhların sevdiği bir diğer şey elektrosmog, yani radyasyon ve elektromanyetik alanlardır. Bu yüzden 5G teknolojisiyle birlikte parazitlere karşı çok daha açık hale geleceğiz. 

Stres ve elektrosmog birleştiğinde beynin kapıları açılır ve kandaki tüm zehirler ve parazitler beyine ulaşır. Zamanla bu ya alzheimer, ya demans, ya MS ya da beyin tümörü olarak kendini tezahür eder. Beyindeki tüm zehirler üçüncü göz olarak bilinen epifiz bezimizin çalışmasını engeller. Kişi ya aptallaşır ya da zombileşir. Kısacası şifa gücü olan ruh, habis enerjiler tarafından köşeye kıstırılır, ele geçirilir ve yönetilmeye başlanır. Epifiz bezi şifa merkezidir. Üçüncü gözünü, yani sezgilerini hissedebilen insan kendini nasıl iyileştirmesi gerektiğini de iyi bilir. Maalesef parazitler beyne ulaştı mı bu merkez etkisiz hale getirilir. 

Parazit ilaçlarıyla tedavi edilmeye başlandığında bu habis ruh ölür ve bütün zırh parçalanarak tüm toksinler açığa çıkar. İşte bu beden için büyük bir felakettir ve kişinin ciddi sağlık sorunları hissetmesine neden olur. Bu yüzden aktif kömür, klorella veya çeşitli killer kullanılmalıdır ki, serbest kalan zehirler yakalanıp bedenden atılsın. 

Çeşitli nedenlerden dolayı ilaç kullanmak istemeyen veya kullanmasına rağmen bir fayda görmemiş olanlar doğa tıbbının hazinelerinden faydalanabilirler. Özellikle Artemisia ailesinin tıbbi bitkileri olan pelin otu, peygamber süpürgesi veya misk otu parazitlere karşı nasıl savaşması gerektiğini gayet iyi bilen ve binlerce yıldır bu amaç için kullanılan bitkilerdir. 10 diş sarımsak kaynatılıp ezilip yenebilir. Bedene yayılan bu yoğun kokuyla bütün parazitler panikle popo deliğinin çıkışını arayacaktır.

Bu arada İran bilim adamları bilimsel araştırmalarında üzerlik otunun toxoplasma gondii'yle çok güzel bahşedebildiğini ve etkisiz hale getirdiğini kanıtladı. Hintlilerin kutsal içeceği Soma tanrıların içtiği iksir olarak bilinir ve ölümsüzlük bahşettiğine inanılır. Bu iksirin ana kaynağı Anadolu insanın binlerce yıldır kullandığı üzerlik otudur. 

Eskiden çocuklarda gelişim sorunu olduğunda, göz altlarında morluklar gözlemlendiğinde nineler bir parazitin olduğunu bilir ve hemen önlem alırdı. O zamanlar ilaç da doktor da olmadığı için sarımsak, kişniş tentürü, zeolit, boraks veya karbonat gibi basit ve ucuz şeyler kullanılırdı ve bu kürler yılda en az bir kez yapılırdı. 

Bir önceki yazımda bütün hastalıkların ardında inflamasyon vardır demiştim. Bu yazımı da inflamasyonun ardında parazitler vardır sözlerimle bitirmek istiyorum. Unutmayın bedenimiz bir mucizedir ve her şey birbiriyle bağlantılıdır. Modern bilim MS, alzheimer, romatizma gibi çeşitli süslü püslü isimler takmış olsa da, atalarımız hastalıkların ardındaki ana sebeplerin bilincindeydi ve doğal yöntemlerle kendilerini ve ailelerini koruyorlardı. Modern hastalıklar birer hastalık değil sadece birer semptomdur. 

Eğer kronik rahatsızlıklarınız varsa ve eğer doktorun yönlendirmeleri hiçbir işinize yaramadıysa parazitler konusuna dalmanın zamanı geldi demektir. 

Parazitler kendi hayatlarını yaşamayı bırakıp başka insanların kuklaları haline gelen insanların bedenlerinde hayatta kalabilirler. Hiçbir parazitin ana amacı insana zarar vermek değildir. Çünkü doğada bulunan hiçbir şey salt kötü olamaz. Doğada her şey ahenk ve denge üzerine kuruludur. Biz kendi doğamızı bozduğumuz için bakteri ve parazitler bize zarar vermeye başladı. Onlardan korkmak yerine kendimize ihanet etmeyi bırakmalı ve başka insanların emirlerine göre hayatlar yaşamaktan vazgeçmeliyiz.

Sakın bu canlılardan korkmayın ve onlarsız bir hayat yaşayabileceğinizi sanmayın. Bakteriler bizden milyonlarca yıl önce bu dünyaya ayak uydurdular. Biz sonradan geldik ve onlara ayak uydurmayı öğrendik. Eğer bedeninizde parazit sorunu varsa, sorun parazit değil, sizsiniz demektir çünkü bir parazit sadece güçsüz bir bedende var olabilir. Doğanıza geri dönerseniz, parazitler de kendi doğalarına geri dönecektir. 

MEDİKAL ASTROLOJİDE MARS VE İNFLAMASYON

Medikal astrolojide Satürn hastalık göstergesi olarak kabul edilse de, aslında Mars tüm hastalıkların ardında saklanan ana güçtür. Çünkü bildiğimiz tüm hastalıkların ardında inflamasyon bulunmaktadır. 

Bazılarımız için bu kelime yeni olabilir. Bu yüzden ilk önce google amcanın tanımını verelim. İnflamasyon, bağışıklık sisteminin organları enfeksiyondan ve yaralanmadan korumaya çalışması esnasında meydana gelir. İnflamasyonun amacı, vücudun iyileşmeye başlaması için hasarlı dokunun yerini belirlemek ve ekarte etmektir. 

Kısacası inflamasyon iyileşmemizi kolaylaştıran çok önemli bir unsurdur ve bağışıklık sistemimizin doğru çalıştığını gösterir. Lakin bize zarar veren yaşam tarzımız yüzünden bedenimizin birçok farklı yerinde inflamasyon oluşmakta. 

Eğer inflamasyon beyindeyse alzheimer veya depresyondan konuşuruz, eğer kalpteyse kalp sorunlarından bahsederiz, bağırsaktaysa bağırsak sorunlarından kaynaklandığını biliriz. Tansiyon, şeker, tiroid sorunları vs.. Kısacası hastalığımız hangi organımızla ilgiliyse orada uzun zamandır Mars'ın sessiz yardım çığlıkları vardır ama kimse bu çığlıkları duymamıştır. Bu çığlıklara bilim dünyası sessiz inflamasyon adını taktı ve her hastalığın ardındaki ana neden olduğu söyleniyor. Bu o kadar korkunç bir durum ki, beden inflamasyonu fark ettiği anda bağışıklık sisteminin savaşçılarını oraya yığar ve soruna çare kavuşturur. Yalnız bedenin birçok yerinde bu sessiz çığlıklar varsa bu savaşçılar kime nasıl yardım edeceklerine şaşırırlar ve en sonunda hiç kimseye yetemediklerini idrak ederek iyice pes ederler. 

Bu çığlıkları yangına da benzetebiliriz. İnflamasyonun olduğu yer cayır cayır yanar ve bu eğer bedenin sadece bir kısmındaysa problem yoktur çünkü bağışıklık sistemimizin savaşçıları bu yangını kolaylıkla söndürebilir. Ama kronik rahatsızlıklarda olduğu gibi eğer bedenin birçok farklı yerinde bu yangınlar varsa savaşçılar nereye yetişeceklerine şaşırırlar. Az hareket, yanlış beslenme, doğadan uzak olmak ve elektromanyetik alanın içinde yaşamak ve bedende biriken her türlü toksinler ki buna zehirli duygular da dahildir, bu yangınların oluşmasının ardındaki ana sebeplerdir. Bu yangınlar söndürülemediğinde organ ve dokularda bozulmalar meydana gelir ve bağışıklık sisteminin savaşçıları nihayet yanan bölgeye ulaştıklarında organ veya dokuyu tanıyamaz hale gelirler. Tanıyamadıkları için de sorunun o olduğunu düşünerek saldırmaya başlarlar. Ve biz bu saldırıyı otoimmün hastalıklar olarak biliriz. 

Bütün otoimmün hastalıkların ardında kronik inflamasyon vardır ve bu sadece otoimmün hastalıklar için geçerli de değildir. Depresyon veya tükenmişlik sendromu gibi ruhsal şikayetler hem bağırsaklardaki inflamasyonun belirtileridir hem de böbrek üstü bezlerindeki sorunlara işaret ederler. 

Bütün otoimmün hastalıkların ardındaki manevi sebep dışa yönlenmesi gereken agresyonun içte sıkışıp kalmasıdır. Bu yüzden içimizdeki savaşçılar kendi organ, hücre ve dokularına saldırmaya başlarlar. Bunun ardında her zaman vitamin veya mineral değerlerin eksikliği yatmaz. Çocukluktan kalan travmalar da yatabilir. Bunlar yaşanan doğal afetler olabilir, çocukken anne ve babadan ayrılmış olmak olabilir ki bunun için okula başlamak bile yeterli bir sebeptir. 

Travmaların yanında kronik inflamasyona neden olan ana sorun aslında bağırsaklarda başlar. Bağırsaklardaki enfeksiyonlar bütün organları etkilerler. Çölyak, geçirgen bağırsak, gastrit gibi tüm hastalıklar bağırsaktaki inflamasyonun belirtileridir. 

Epstein-barr virüsü, herpes, hepatit, borreliose gibi viral veya bakteriyel hastalıklar da kronik inflamasyonun ardında yatan nedenlerdir. Bağışıklık düştüğü anda bu enfeksiyonlar güç kazanarak insanı zayıf bırakırlar. 

Bunun haricinde ayaklarda yanma hissi de bedende bir inflamasyonun belirtisidir. Özellikle fibromiyalji sessiz inflamasyonun belirtisidir. Bedenimiz her daim bizimle iletişime geçer. Önemli olan bu dili okuyabilmektir. 

Gece 1-3 arasında uyanıyor veya uyuyamıyorsanız karaciğerinize dikkat etmelisiniz. Karaciğerimiz acısını diğer organlarımız gibi belli etmez. Karaciğerin acısını belli etme şekli yorgunluktur. Eğer sürekli kendinizi yorgun hissediyorsanız bilin ki karaciğerinizin acil yardımınıza ihtiyacı var. Karaciğeriniz için yapabileceklerinizin başında vitamin ve mineral takviyelerinizi depolamak bulunuyor. Kendinize kaliteli bir multivitamin içeceği bulmanız gerek. İçinde magnezyumundan çinkosuna kadar hepsi bulunmalı. Bunun haricinde yapmanız gereken şey bitter tadı beslenmenize dahil etmektir. Her yemekten önce bitter bir şeyi damağınız hissetmeli. Bu iki şey karaciğeri kuvvetlendirir. Karaciğer kuvvetlendiğinde detoks süreci kendiliğinden başlar ve bedende inflamasyon yükü azalır. 

İnflamasyon yükünü hafifletmek için yapabileceğimiz birçok şey vardır. Bunlardan biri de kenevir yağıdır. Eskiden kenevirin şifalandıramayacağı hastalık yok diye bilinirdi. Sonra ilaç sektörünün ortaya çıkmasıyla birlikte kenevirin şifalı özelikleri yok edildi ve uyuşturucu olarak damgalandı. Oysa birçok sağlık sorunumuz için çok faydalı bir bitkidir. Umarım ülkemizde tıbbi amaçlı kenevir yetiştiriciliği yaygınlaşır ve yağına daha makul fiyatlarda erişebiliriz. Özellikle inflamasyona çok iyi geldiği için CBD yağını birçok alerjiniz için de kullanabilirsiniz. Kanser, epilepsi, MS, geçirgen bağırsak gibi ağır hastalarda bile bilimsel araştırmalar kenevir yağının etkili olduğunu göstermiştir. 

Sıvıyı kendine enjekte ettirdikten sonra yan etkileri olanlara da kenevir yağı tavsiye ediliyor. Kısacası kenevir aynı zamanda bağışıklığı kuvvetlendirici özelliklere de sahip. 

İnflamasyonu dengeleyen bir diğer şey bedeni ekstrem koşullara alıştırmaktır. Soğuk duşlar hatta buz banyoları veya sıcak saunalar bedeni kısa bir süreliğine strese sokarak koşullara hızlıca adapte olmasını sağlar. Devam eden strese karşı bedeni tekrardan dengeye sokarlar. 

İnflamasyonu dengeleyebilmek için serbest radikallerin ve antioksidanların da büyük bir önemi vardır. Bilim dünyası bedenimizde her gün yaklaşık olarak 15 gr serbest radikalin oluştuğunu söylemekte. Bu serbest radikalleri serseri savaşçılar gibi düşünün. Bu serserilerin bir elektron eksikliği var bu yüzden her yerden bu elektronu çalmaya çalışıyorlar. Eğer karşılarına bir bakteri çıkarsa ne ala, ondan kopararak ölümüne neden oluyorlar. Ama bakteriden önce bedenin hücrelerine denk gelirlerse bu sefer de ondan kopararak bedenin güç kaybına yol açıyorlar. Bu serseri savaşçıları adam eden savaşçılarımız da var. Onların adı da antioksidanlar. Antioksidanları bolca elektrona sahip olan zengin güçlü krallar olarak düşünün. Serseri savaşçılar bu zengin kralları çok seviyorlar çünkü onlardan bedavaya bolca miktarda elektron alabiliyorlar. Bu antioksidanların bir kısmını gıda olarak dıştan alabiliyoruz. Özellikle tıbbi bitkiler bu konuda bize bir hayli yardımcı oluyorlar. Bu arada antioksidanları gıda olarak alabildiğimiz gibi bedenimizin kendisi de antioksidanları yaratma gücüne sahiptir ve bunu belirli enzimlerle yapar. Bu enzimlerden sadece biri 1 saniye içerisinde 30.000 serbest radikali nötr hale getirebilir. Tahmin edebileceğiniz üzere bu gücün oluşabilmesi için beden vitamin ve minerallere ihtiyaç duymaktadır. Eğer bunlar yoksa beden oksidatif strese karşı kendini koruyamaz hale gelir. Glutatyon bu antioksidanlardan biridir ve serbest radikallerin görüldüğü anda onların yanına giderek bir elektron armağan eder. Glutatyonu bedenimizin yaratabilmesi için günde 200-500 mg arasında antioksidan olan C vitamine ihtiyaç duyarız. Bir enfeksiyon söz konusuysa bu miktar günde 1-3 gr kadar çıkarılmalıdır. Omega 3 hücrelerimiz güçlenmesi için çok önemlidir ve görevini yerine getirebilmesi için yardımcı olur. Omega 3 aynı zamanda inflamasyonu dindirme gücüne de sahiptir. Günde 2-4 gr Omega 3 alınmalıdır. Manganez (bakliyatlar, sebzeler vs), çinko (günde 10-20 mg) ve selen (günde birkaç fındık bunun için yeterlidir) bu enzimlerin oluşabilmesi için gerekli olan diğer minerallerdir. 

Bu yazımda biraz karmaşık gibi gözüken inflamasyon konusunu ele alarak Mars'ın bedenimizdeki gücü ve aynı zamanda tahribatı üzerinde birkaç bilgi paylaşmak istedim. Medikal astroloji serimi okuyorsanız neredeyse her yazıda ana kaynağın vitamin, mineraller, sağlıklı beslenme ve egzersize bağlı olduğunu görmüş olmalısınız. Aslında hastalıklardan pek fazla korkmamıza gerek yok. Bu saymış olduğum şeylere ve özellikle de karaciğerimizin sağlığına dikkat edersek, şifası mümkün olmadığı söylenen hastalıklarımızı dahi iyileştirebiliriz. Yeterki Mars gezegenimizin enerjisini doğru kullanabilmeyi öğrenelim. 

MEDİKAL ASTROLOJİDE Ay ve çocuk sağlığı


Medikal astroloji serisi yazılarıma devam ediyorum. En son katıldığım kongre çocuk sağlığı üzerineydi. Her zamanki gibi edindiğim bilgileri bu blog yazında birleştirdim ve sizlerle paylaşıyorum. Gelin birlikte hamilelikten, çocuk sağlığına kadar ufak bir gezintiye çıkalım ve yaptığımız hataların farkına varalım. 

• Doğumla başlayan serüven •

Aslında bebeğimizin sağlığı vajinamızın sağlığıyla başlamaktadır. Doğum öncesinde vajinal ph değer 3.5-4.5 arasında olmalıdır. Doğum süresi boyunca bu değeri ölçerek doğum süreciniz hakkında bilgi edinebilirsiniz. Çünkü bu değerin üstüne çıkılması erken doğumu tetikleyebilir. 

Doğum sonrası bebeğe yapılan K1 vitamini karaciğerde tahribata yol açar ve böylelikle sarılığa davetiye çıkarır. Eğer bu sorunla karşılaşırsanız tahribatı gidermek için bebeğinizin karaciğerini kuvvetlendirmelisiniz. 

Tarım topraklarında mineraller azaldığı için çinko ve selen neredeyse her çocukta eksik çıkmaktadır. Ayrıca B vitaminler grubu ve omega 3'ün büyük bir önemi vardır. Demir eksikliğine de dikkat edilmelidir. A vitamini ve iyot değerleri yerinde olmalıdır. Beslenmesinde başlangıçtan beri bitter tatların bulunmasına değer verilmelidir. Çünkü bu tatlar karaciğer ve safra sağlığı için büyük bir öneme sahiptir. 

Doğumun hastanelerde gerçekleşmesi bebek ve anne üzerinde büyük bir travmaya neden olmakta. Hastanelerdeki beyaz ışıklar, odaya kadının isteği dışında girip çıkanlar, bir çeşit taciz olarak algılanan doktorların kaba hareketleri ve tabiki bebeğin doğar doğmaz anneden uzaklaştırılıp alınması.. Tüm bunlar çocuğun üzerinde de, annede de büyük bir etki bırakan ve sonrasında çeşitli fiziksel veya psikolojik hastalıklara davetiye çıkaran şeylerdir. 

Bu günümüz bakış açısına ters düşse de, aslında doğumun yeri insanın sıcak yuvasıdır. Atalarımız yıllarca bizleri kendi evlerinde doğurdu. Özellikle Guatemala veya Peru gibi hala eski kültür ve geleneklerini ayakta tutan kabilelerdeki doğumlara baktığımızda kadınların doğum sırasında bırakın acı çekmeyi, orgazm olabildiğini görüyoruz. Biz bir şeyi çok yanlış yapıyor olmalıyız ki, doğumu acı ve zorluk hatta ölümle eşdeğer görür olduk. Ve maalesef bu yanlış zihniyetimiz bebeğimize daha ilk doğduğu anda büyük bir zarar veriyor. Çünkü bebek 9 ay boyunca annesinin varlığına alışır. Annesini her isteğini karşılayan bir tanrıça gibi görür. 9 ay boyunca su elementinde, cennet gibi bir yerde yaşar. Bir bebek için doğum cennetten ayrılış anlamına geldiği için ölüm gibi bir şeydir. Bu cennetten kopuş hali hastane ortamında beyaz ışıkların altında bebek için tam bir cehennem ortamına dönüşür. Tüm bu dehşet verici süreci bebek ve anne için daha iyi bir hale getirebilmenin en güzel yolu suda doğumdur. Hem anneyi hafifleten hem de bebeğe alışkın olduğu ortamı hatırlatan su doğumu, tüm süreci kolaylaştırmaktadır. Bunun haricinde bebek rahimden ayrılır ayrılmaz hemen anneye verilmeli ve kordon bağı uzun bir müddet boyunca kesilmemelidir. 

• Anne sütü ve uyku düzeni •

Eski topluluklara baktığımızda çocuklarını 6-7 yaşına kadar emzirdiklerini görürüz. Anne sütü o kadar değerli ve şifalı bir gıdadır ki, bir çocuk ne kadar çok emerse bağışıklığı o kadar kuvvetli olmaktadır. Ama anne sütü sadece fiziksel sağlığı kuvvetlendirmez aynı zamanda çocuğun sağlıklı uyuyabilmesini sağlar. Özellikle akşama doğru anne sütündeki melatonin oranı artmaktadır. Ama anne sürekli telefon veya tablete bakıyor ve mavi ışığa maruz kalıyorsa kendi melatonin oranı az olacağı için anne sütüyle bebeğe geçemez ve böylelikle bebek de gece uyumamaya başlar. Uyku sıkıntısı yaşanıyorsa küçük bir lavanta kesesi bebeğin beşiğine asılabilir. Ayrıca bebeğin iyi uyuyabilmesi için gece sütüyle emzirilmelidir. Akşama doğru bebeğe ılık bir duş aldırmak da uykuya dalmasını kolaylaştırabilir. Bebekte yine de bir uyku düzensizliği devam ediyorsa mineral ve vitamin değerleri kontrol edilmelidir. Bu arada bebeklerin ilk yıllarda gece birkaç kere uyanmaları çok normaldir. Ve ilk yıllarda anne ve babanın sıcaklığına ihtiyaç duyarlar. Ayrı odada uyuyan ve tek başına bırakılan çocuklarda stres düzeyinin inanılmaz oranlara çıktığı kanıtlanmıştır. Bebek uyuyabilmek için annenin kokusuna ihtiyaç duyar. Bu yüzden modern dünya her ne kadar bağımsızlığı övse de, bu anneye muhtaç olan bir çocuk için geçerli değildir. Dolayısıyla ilk yıllarda yavrunuzla birlikte uyumaktan çekinmeyin, hatta bunu sağlıklı bir birey yetiştirmek istiyorsanız, önemseyin. Uyku sorunları yine de devam ediyorsa B grubu vitaminleri ve D vitamini düzeyi kontrol edilmelidir. 

• Çocukluk dönemi travmaları •

Uyku düzensizliğine yol açan ana etkenlerden biri mineral ve vitamin eksiklikleridir ve bunlar anne ve çocuğun beslenmesiyle ilgili olduğu kadar duygusal durumla da ilgilidir. Bebekken çok ağlayan ve yalnız bırakılan çocuklar hayata karşı güvensizlik geliştirirler. Bir bebek ihtiyaç duyduğu anda annesi ağlama sesini duymasına rağmen yanına gelmiyorsa 'bu yaşamda kimse benim ihtiyaçlarımı karşılamıyor, ben yalnızım ve değersizim' inancının bilinçaltına yerleşmesine neden olur. Bedenimiz %70 sudan oluştuğu için ve su taşıyıcı olduğu için bu inanç bedenin organlarına, hücrelerine ve meridiyenlere yerleşir ve mineral vitamin eksikliklerine yol açar. Yani sağlıklı bir beslenme çoğu zaman yeterli değildir. Çünkü çocukluk döneminde yaşanan travmatik deneyimler çocuğun sağlıklı beslenmesine rağmen mineral ve vitamin eksikliklerine neden olarak çeşitli sağlık sorunlarını beraberinde getirebilir. 

Olay sadece bununla da kalmaz. Çocuk büyüdükçe bu negatif duygularını ona unutturacak bir şey keşfeder: Şekeri! 

İşte bu yüzden obezite sayılarında büyük artış gözlemliyoruz. Atalarımız geniş ailelere sahipti. Çocuk ağladığında anne yetişemiyorsa diğer kardeşler veya ananne babanneler, olmadı teyzeler veya komşular yetişirdi. Çocuk duygusal olarak hiçbir zaman için aç kalmaz ve daima yakınlıkla beslenirdi. Oysa şimdi çalışan anne babaların çocukları bu yakınlıktan yoksun büyümekte. Bu yüzden de bu yoksunluklarını şekerle gidermeye çalışıyorlar 

• Şeker bağımlılığı •

Fareler üzerinde yapılan bir deneyle şekerin kokain bağımlılığıyla eşdeğer olduğu anlaşıldı. O kadar fazla şeker tüketen bir insanlık haline geldik ki, artık şeker bağımlılığına sahibiz. Hatta eroin bağımlıları eroini şekerden daha kolay bırakabildiklerini söylemekteler. 

Hamilelik döneminde tüketilen şeker miktarının çocuğumuz için zehir olduğunu bilmemiz gerek. Küçük yaşta diyabeti olan çocuklar artmakta. 3-4 yaşlarındaki çocukların bile karaciğerlerinde yağlanma gözüküyor. Tüm bunların ardında şeker laneti var. Çocuklarımızın yiyebileceği tek şeker meyve veya bal olmalıdır. Bunun haricindeki şeyler, doğal pancar şekeri bile olsa çocuklarımız için büyük bir tehlike oluşturur. Bu tehlikenin vahim sonuçlarıyla uğraşmak istemiyorsak, daha hamile bile kalmadan önce kendi şeker tüketimimizi azaltmalıyız. 

Özetle bir canı dünyaya getirmek istiyorsak, ilk önce kendimize çeki düzen vermemiz ve bu serüvene kendimizi hazır hissetmemiz gerek. Herkes çocuk sahibi olabilir ama herkes sağlıklı çocuklar yetiştiremez. Maalesef bu hafife alınsa da, hiçbir zaman için bir bebek sapık, zalim veya psikopat olarak doğmaz. Anne babanın ve bebeğin çevresindeki insanlar onu bu hale getirir. Bu yüzden toplum sağlığı için bilinçli olmalı ve çocuklarımızın ruhsal, psikolojik, mental ve fiziksel sağlıklarına büyük değer vermeliyiz. 

MEDİKAL ASTROLOJİDE Venüs & kadın sağlığı

Bu haftanın kongre teması kadın sağlığı üzerineydi. Uzmanlardan öğrendiklerimi küçük başlıklar altında toplayıp, bu yazımda paylaşmak istedim. 

Aslında kadın olduğumuz için çok şanslıyız. Çünkü adet döngümüz sayesinde her ay arınmaktayız. Oysa toplumun yanlış değer yargıları yüzünden ay halimizi pek sevmemeyi hatta iğrenmeyi öğreniriz. Ama adet döngümüz o kadar mucizevidir ki, bize her ay bedenimizde olup biten her şey hakkında bilgi verir. Duygusal durumumuzdan, organlarımızın sağlığına kadar her şeyi adet döngümüzden okuyabiliriz. O halde gelin birlikte venüsyen bir diyara dalıp, yaptığımız yanlışları öğrenerek, sağlığımızı geri kazanmanın yollarını keşfedelim. 

• Yağ - düşman mı yoksa dost mu? 

Her kadın zayıf ve güzel olmak ister ama sağlıklı hormonlar için sağlıklı yağlara ihtiyacımız vardır. Özellikle kolesterol yeteri kadar yoksa hormonlardan kaynaklı olarak adet düzensizliği oluşmaya başlar. En son raddede artık regl olunamaya başlanır ve bu birçok farklı sağlık sorununa davetiye çıkarır. Bu yüzden sağlıklı yağlara çok büyük önem verilmelidir. Sağlıklı yağdan kasıt da trans yağlar değil, tam tersine saf zeytinyağı, sade yağ ve omega 3 gibi bedenin ihtiyaç duyduğu yağlardır. Kolesterolü düşüren ilaçları kullanmadan önce hormon dengenizi göz önünde bulundurun. Çünkü erkeklere kolesterol düşürücü haplar verildikten sonra iktidarsızlık sorunu yaşadıkları görülmüştür ve aynı durum kadının libidosu için de geçerlidir. Özetle kolesterol ne kadar kötülense de, Canan Karatay bu konuda çok haklı. Sağlıklı bir kadın bedeni için sağlıklı yağları tüketmeye mecburuz. 

Yağlarla birlikte kadın sağlığı için B6 vitamini, çinko, selen ve demir gibi mineral ve vitamin değerleri kontrol edilmeli ve gerekirse takviye alınmalıdır. Çinko hormonel olarak o kadar önemlidir ki, sperm üretemeyen erkeklerin bile sağlıklı sperm sayısında artış olduğunu bilimsel çalışmalar göstermiştir. 

• Kozmetik - güzellik mi hastalık mı? 

Bilimsel deneyler modern bir kadının sabah uyandıktan sonra işe hazırlanana dek en az 150 zararlı maddeyi yüzüne veya bedenine sürdüğünü ve tüm bunların idrarda toksin oranını 900 kat artırdığını göstermiştir. Özellikle kozmetik ve temizlik ürünlerinde bulunan fitalatlar sağlık için çok zararlıdır. Sağlığınızı korumak istiyorsanız kullandığınız makyaj malzemelerini, parfüm, krem, yüz temizleme jelleri ve deodorantları doğal olanlarla değiştirmelisiniz. Kadının en güzel hali duru ve saf halidir. İpek bir yüz kesesi, sağlıklı baz ve uçucu yağlardan oluşan bir yüz serumu ve bir gül suyu kozmetik ürünü olarak yeterlidir. Bu 3 şey yüzünüzün temizliği ve güzelliği için ihtiyaç duyduğunuz tek şeyler, gerisi ise sizin için zarar. 

• Doğum kontrol haplarının yan etkilerinden haberiniz var mı? 

Bunu doktorların küçücükün genç kızlara hala nasıl verebildiklerini aklım almıyor. Doğum kontrol hapları bütün hormonel süreci durdurur ve onun yerine sahte hormonları devreye sokar. Bu süreci eski haline döndürmek doğum kontrol hapı bırakıldıktan sonra bile en az 2 yıl sürmektedir. Östrojen kemik sağlığı için çok önemlidir. Güzel bir cilt, kuvvetli saçlar, sağlam tırnaklar tüm bunlar östrojene bağlıdır. Progesteron ise inflamasyon ve beyin sağlığımız için büyük bir değere sahiptir. O olmazsa huzurumuz olmaz. Bedenimizin doğal olarak ürettiği bu hormonları devre dışı bırakıp, sahtelerine yönelmemiz sadece bizi değil, tüm çevremizi ve diğer insanları da hasta etmektedir çünkü kullanılan doğum kontrol haplarının içindeki östrojen suya karışarak içme sularını dahi kirletmekte. Özellikle evinizde filtre su kullanıyorsanız yapay östrojenli su içtiğinizden emin olabilirsiniz. Ayrıca doğum kontrol hapları doğru erkeği seçme konusundaki bilgeliği yok eden bir etkendir. Genelde hap kullanımı bırakıldığında erkek seçimi de değişmektedir. 

Araştırmalar doğum kontrol haplarının bağırsaklarımızı antibiyotiklerden daha fazla bozduğunu göstermiştir. Doğum kontrol haplarının yan etkilerinden bahsetmek istesem olayı kansere kadar bağlayabilirim. Bu yüzden kısa keserek lütfen ASLA doğum kontrol hapını küçük çocuklarınıza vermeyin. Korunmanın bin bir farklı yolu varken bedenimize bu ihaneti yapmak zorunda değiliz. 

• Hormonel düzensizliğin ardındaki asıl etki nedir?

Hormonel sorunlar yaşanmaya başlandıysa asıl sorun daima sinir sistemindedir. Bu yüzden hormonel denge sağlanmak isteniyorsa ilk önce sinir sistemine bakılmalıdır. Sinir sistemi ve özellikle de beyin bağırsaklarla yakın bir bağ içerisinde olduğu için bağırsak florasının bozulması hormonel problemlerin temelinde yer alır. Çünkü bağırsaklarımızda üretilen seratonin zararlı bakteri artışı yüzünden salgılanamamaya başlarsa beyin bazı fonksiyonlarını yerine getirmekte zorlanır. Bu böbrek üstü bezlerini ve tiroidi zayıf bırakır. Bu yüzden hormonel sorunları gidermek için tiroid ve böbrek üstü bezlerini kuvvetlendirmek gerekir. Bunun için de en önemli olan iki unsur D vitamini ve demir eksikliklerini gidermektir. Eğer böbrek üstü bezlerinde bir sorun varsa salgılanan progesteron hormonu ihtiyaç duyulan kortizol yüzünden kortizola çevrilir. İşte bu da adet döngüsünde aksamaların oluşmasına neden olur ve erken menopozu tetikleyebilir. 

Östrojen ve progesteron dengesi sağlıklı olmamız için önemli olan bir diğer unsurdur. Genellikle yaşam tarzımızdan kaynaklı olarak fazla östrojen ve daha az progesteron yüzünden sorun yaşarız. Progesteronun fazla olduğu tek durum hamilelik döneminde mide bulantısı yaşandığı zamandır.  Onun haricinde genellikle hep östrojen fazladır. Bu da adet sancıların fazla olmasına davetiye çıkarabilir. Fazla östrojen bedende fazla bakırın biriktiğinin göstergesi olabilir. Fazla bakır da çinko eksikliğini beraberinde getirecektir. Bu yüzden şiddetli adet sancıları olanların ilk önce çinko seviyelerini kontrol etmeleri gerekir. 

Bedende fazla östrojenin olması toksinlerin birikimine de bağlı olabilir. Hücreler toksinler yüzünden ihtiyaç duydukları minerallere erişemiyor olabilir. Bu da zaman içerisinde kanser hücrelerinin oluşumunu tetikleyebilir. Hormonlara bağlı olarak gelişen göğüs kanserinin ardında çoğunlukla karaciğerin toksinleri bedenden atamamış olması yatar ve çaresi güzel bir detokstur. Bu yüzden kanser teşhislerinden korkmayın. Bu sadece bedeninizin sizinle kurduğu kuvvetli bir iletişim. Onun yardım çağrısına kulak vererek kanser hücrelerinizi yok edebilirsiniz. 

Adet kanamasının fazla olması da bedendeki zehirlerin fazla olduğunun bir göstergesidir. Beden kendisini fazla kan aracılığıyla temizlemek ister. Bu gibi durumda adet kanamasını azaltacak ilaçlar kullanmak yerine karaciğer ve diğer organları toksinlerden arındırmak gerekir. Bu arada 5 günlük bir kanama normaldir ama bu 10 güne kadar çıkıyorsa ve her saat başı ped değiştirmeyi gerektiriyorsa çok fazla kan kaybediliyor demektir ve ardındaki etken araştırılarak, güzel bir toksinlerden arınma detoksu yapılmalıdır. 

Eğer adet kanaması az ise o zaman yağ düzeyi kontrol edilmeli ve daha sağlıklı yağların tüketilmesiyle birlikte rahmi sıcaklaştıran gıdalar yenmelidir. 

Kısacası adet düzensizliği veya adet ağrıları normal değildir ve daima hormonel bir sorunla baş gösterse de, aslında kökeni sinir sistemindedir ve arınmayla birlikte vitamin ve mineral takviyeleri gerektirir. 

• Özetle ne yapmalıyım? 

Özetle ilk önce arınmakla başlayın. Kozmetik ürünlerinizi azaltın. Sonra ilişkilerinize yönelin ve size zehirli dugular aşılayın herkesi hayatınızdan uzaklaştırın. Sonra yediklerinize ve uykunuza dikkat edin. Yumurtlama döneminde kendinizi çok enerjik hissederken, yumurtlama sonrası daha fazla dinlenmeye ve uykuya ihtiyacınız olduğunu hissedin ve buna izin verin. Bu süreç içerisinde asosyal olmaya hakkınız var. Bu yüzden daha fazla kendinizle zaman geçirin. Yürüyüşler yapın, temiz hava alın ve arınmaya konsantre olun. Kalbinizi ve rahminizi boşaltın. 

Her şeyin arkasında manevi bir sebep vardır. Adet sancısı çeken kadınların öz sevgi ve öz değer konusunda yaşadıkları sıkıntıları vardır. İlk önce kendinizi, rahminizi ve sizi arındıran o güzel kanınızı sevmeyi öğrenmelisiniz. Kadın hastalıklarının en büyük şifası sevgidir. Bu yüzden kalbinizde sevgi için kocaman bir yer açın ve o yeri bir başkasının doldurmasını beklemeyin çünkü bu görev size ait. 

MEDİKAL ASTROLOJİDE URANÜS & NÖROLOJIK SAĞLIĞIMIZ


En son yazdığım plütonik zehirler adlı yazımda bedenimizdeki toksinlerden nasıl kurtulabileceğimizden bahsetmiştim. Beyin sağlığımız içini başlamamız gereken yer Plüton'un zehirleridir çünkü ağır metaller beynimizde de yer edinmektedir ve böylelikle Uranüs'ün sağlıklı çalışmasını engeller. 

Alzheimer, parkinson, ALS, MS ve otizm hastalıklarında hiç olmadığı kadar büyük bir artış gözlemlenmekte. Bilim adamları 2030 yılından sonra doğan çocukların ikisinden birinin otistik olacağını öngörüyor. Bunlar korkunç rakamlar. 

Bu gibi hastalıkların şifasının olmadığı söylense de, tamamen iyileşenlerin de olduğunu biliyor musunuz? 

Kaliforniya üniversitesinde yapılan bir araştırmada 10 alzheimer hastasından 9'u tamamen iyileşirken sadece birinde %50'lik bir iyileşme gözlemlendi. İyileşme potansiyeli olmayan hiçbir hastalık yoktur sadece irade eksikliği ya da iyileşmeme isteği vardır. Şu an içinizdeki ses 'hiç iyileşmek istemeyen hasta olur mu' diyor olabilir. Ben bunu çevremde çok sık görüyorum. Sağlık bir sorumluluktur ve çoğu insan sorumluluk üstlenmekten korkuyor. Beslenme düzenini, yaşam tarzını veya düşünce şeklini değiştirmek istemiyor. Doğal olarak bu hastalara ne evren ne de doktorlar yardımcı olabiliyor. 

Maalesef hem anannem hem de babannem alzheimer hastası. Babannemde bunu çok geç fark ettik, anannemde ise belirtilerini daha yeni görüyoruz. Ama nasıl davranılması ve ne yapılması gerektiğine dair aile içinde çatışma yaşanmakta. Maalesef doktorların verdiği ilaçlarla bir düzelme gözlemleyemiyoruz. Tam tersine yavaş yavaş da olsa bir kötüleşme süreci içinde bulunmaktayız. Bu durum beni hem endişelendiriyor hem de içten öfke hissetmeme neden oluyor. Çünkü katıldığım kongrelerden, alanında uzman olan profesörlerden bu sürecin böyle ilerlemek zorunda olmadığını duyuyorum. Belki son evresine gelmiş olan nörolojik rahatsızlarda pek bir şey elimizden gelmeyebilir ama son evreye varmadan önce yapabileceğimiz çok şey var yeterki sağlığımızın sorumluluğunu üstlenelim. 

Katıldığım en son kongre beyin ve sinir sağlığıyla ilgiliydi. Tıpkı bir önceki Plüton yazım gibi bu yazımda da öğrendiklerimin bir özetini paylaşmak istiyorum. 

•••

Nörolojik rahatsızlıkların ardında birçok önemli faktör bulunmaktadır. Çevremizden aldığımız toksinler, yoğun gündelik hayatın getirdiği stres, yanlış beslenme şekli, elektromanyetik alanlardan gelen zararlar ve geçmişimizden gelen travmalar vs. Tüm bunlar nörolojik hastalıkların ana nedenleridir. Bu nedenleri ortadan kaldırmaya başladığımız anda nörolojik rahatsızlıklarımızın azalmaya başladığını gözlemleriz. Gelin birlikte bunların neler olabileceğine bir göz atalım. 

• Beslenme •

Şüphesiz en önemli konu gıdadır. Modern insanın beslenme tarzına baktığımızda çok az sebze ve yeşillik ama bol miktarda karbonhidratla beslendiğini görürüz. Hayvansal ürünler atalarımız için şifa kaynağı iken bizim için artık maalesef hastalık kaynağıdır. Çünkü atalarımız hayvanlarını fabrikalarda değil, doğada yetiştirirdi. Hayvanların yemleri doğadaki tıbbi bitkilerdir. Oysa şimdi ne yedikleri bile belli değil. Hayvansal gıdaların tehlike haline gelmesinin bir diğer nedeni ise antibiyotikler. Eğer veteriner eline düşmemiş olan bir hayvanın etini, sütünü ya da yağını bulabiliyorsanız gönül rahatlığıyla yiyebilirsiniz ama eğer bulamıyorsanız ve nörolojik rahatsızlıklarınız varsa bir eliminasyon diyetinden geçmeli yani bunları bir müddetliğine hayatınızdan tamamen çıkartmalısınız. 

Hayatınızdan çıkartmanız gereken bir diğer şey de gluten ve şeker. Bahsetmiş olduğum araştırmada alzheimer hastalarını iyileştirmek için hayatlarından ilk önce gluteni ve şekeri çıkartmışlar ve akabinde hastada bir gerilemeyle birlikte iyileşme gözlemlenmiş. Atalarımız ekşi maya olmadan hamur işlerini hazırlamazdı. Onların zamanındaki buğdaylar besin değeri bakımından hem daha zengin hem de daha az gluten içeriyordu. Tüm bunlardan uzaklaşmış olmak modern insanı hasta etti. Eskiden pancar şekeri de değerliydi, zor elde edildiği için bol miktarda tüketebilecekleri bir şey değildi. Oysa şu anki toplumda şeker bağımlılığı had safhalara ulaşmış vaziyette. 

• Toksinler ve elektromanyetik alan • 

Çocuklarınıza aşı yaptırmadan önce aşıların içindeki toksinleri ve yan etkilerine dair araştırma yapmanızı ve çocuklarınızı doktora bu bilinçle emanet etmenizi tavsiye ederim. Atalarımızın aşıları yoktu, evet belki daha erken ölüyorlardı ama yine de günümüz insanından daha sağlıklıydılar. Aşılarla sağlığımızı mı koruyor yoksa bağışıklığımızı mı çökertiyoruz sorusunu kendimize sormakta çok geciktiğimizi düşünüyorum.

Zihnimizi mahveden, sinir hücrelerimizin iltihaplanmasına yol açan, düşünme kabiliyetimizi yitiren ve hafızamızda boşluklara yer açan bir diğer önemli konu çevremizdeki elektromanyetik alan. Özellikle şehirlerde yaşayanlar 4 taraftan yansıyan modemlerin zararını görmekte. İnternete bağımlı hale geldik, televizyon birçok evde neredeyse bütün gün açık ve 7/24 bir elektrik akımına maruz kalıyoruz. Sigara içenin ciğerleri gece boyunca dinlenebiliyor, alkol içenin karaciğeri kendini gece arındırabiliyor. Peki ya bu dehşet verici elektromanyetik alandan kaçamayan zihnimiz kendisini nasıl dinlendirecek? Buna o kadar hassas hale gelen insanları tanıdım ki kongrede, adamın biri evini barkını satıp, bir karavanla ormana yerleşmek zorunda kalmış. 'Uyuyabildiğim ve kendimi iyi hissedebildiğim tek yer orasıydı' diye anlatıyor. 

Özellikle 30 ile 40 yaş arası olanlar uykusuzluk, asabiyet, konsantrasyon eksikliği, depresyon ve çeşitli nedenlerden dolayı doktorlara gitmeye başladı. Bu insanlar aslında fiziksel olarak sağlıklılar. Bu yüzden doktorlar hastalıklarına bir teşhis koyamayarak 'psikolojik kaynaklı olmalı' demek zorunda kalıyorlar. Oysa bunlar elektromanyetik alan kaynaklı şikayetler. Şimdi hepimizin ormana yerleşme cesaretinin olmadığını biliyorum ama yapabileceğimiz başka şeyler de var. İnternetimiz zaten var ve zaten çekmekte. Bebeğimizin altını değiştirmeyi unuttuk diye bize haber verecek bir robota veya işerken bilmem kaç vitamin veya mineral kaybettiğimize dair bize haber verecek bir telefon uygulamasına ihtiyacımız yok. Eşyaların interneti adı altında bize pazarlanan 5G teknolojisi tüm bu sağlık sorunlarımızı kat be kat artıracak. 

Sürekli elektrosmog'a maruz kalan insanların kanı katılaşmaktadır. Bu zaman içerisinde safra kesesinde simsiyah taşların oluşmasına neden olur. Kanın katılaşması beyin ve kalp sağlığını da olumsuz etkilemektedir. Tüm bu etkilere karşı kendimizi korumalı ve kanımızı sulandıracak gıdalar tüketmeliyiz. Gluteni hayatımızdan çıkartmalıyız. Bir hafta oruç tuttuktan sonra beslenme düzenimizi çok daha kolay değiştirebiliriz çünkü oruç bağımlılıkları azaltmaktadır. D vitamini, koenzim Q10, B12, Omega 3 gibi değerlerinizin iyi durumda olduğunu kontrol edin. 

Hafıza ve konsantrasyonu güçlendirdiği bilinen kurkumin hem alzheimer hastalığının ilerlemesini yavaşlatmakta hem de nörolojik sağlığımızı korumaktadır. Maalesef zerdeçalın içinde sadece %5 kurkumin oranı bulunduğu için bir nörolojik rahatsızlığınız varsa sadece zerdeçalı kullanmanız yeterli olmayabilir. Bu gibi durumlarda kurkumin ekstraktı tavsiye edilmektedir. Eğer şimdilik bir sağlık sorununuz yoksa zerdeçalı korunmak için yemeklerinizden eksik etmemelisiniz. (Kurkumin ekstraktını kan sulandırıcı kullanıyorsanız doktorunuzla konuşarak kullanmalısınız.)

Tüm bunların haricinde yapabileceğimiz başka şeyler de var. 

Geceleri modeminizi kapatın. Yeteri kadar melatonin salgılanması için ışığın girmediği karanlık bir odada uyuyun ve sadece dolunay geceleri odanızı hafif aydınlatın. 

Yurtdışında baldachin adı altında cibinliklerin satıldığını gördüm. Bu cibinlikler sıradan bir tüle benziyorlar ama içlerinde bakır ve gümüş ağları var. Bu cibinliklerle yatağınızın dört bir yanından sardığınızda etrafınızda elektromanyetik alana karşı bir korunma kalkanı oluşuyor. Maalesef Türkiye'de henüz satan bir üretici bulamadım. (Eğer varsa ve benimle iletişime geçerse çok sevinirim). Olay artık o kadar ciddi ve vahim ki, hepimizin en azından gece uyuduğumuz süre boyunca beynimizi bu alandan koruyacak bu tarz yöntemlere ihtiyacı var. 

Uzun lafın kısası Kova çağına giriş yapmaya hazırlanan insanlığın en büyük dertlerinden biri Uranüs gezegenin temsil ettiği teknolojik gelişmelerin yan etkileri olacak. Beyin sağlığını korumak isteyen herkes ise internet bağımlılığından kurtulup, eskiden de olduğu gibi zamanının çoğunluğunu teknolojiden uzakta, doğada geçirmek zorunda kalacak. Artık 12'ye 5 yok, gece yarısını 5 dakika geçti bile. Yani birçok konuda geç kaldık ve vahim sonuçlarla yüzleşmek zorunda kalacağız. Ama daha da geç olmadan hareket edersek belki yeni doğacak olan çocukları koruyabiliriz. 

BEDENİMİZDEKİ PLÜTONİK ZEHİRLER

 

Geçen gün aşı karnelerimiz elime geçti. Ben 30, kardeşim 35 aşı olmuş ve maalesef çoğu ilk doğduğumuz yıl içerisinde gerçekleşmiş. Sayının bu kadar fazla olması beni biraz üzdü ve aynı zamanda da aşıların içindeki ağır metalleri göz önünde bulundurunca, endişelendirdi. 

Çevremizden kaynaklı olarak her türlü toksine maruz kalıyoruz. Çocukken olduğumuz aşılardan, diş macunlarındaki florürden veya kozmetik ürünlerinin içindeki alüminyum gibi ağır metallerden, yediğimiz tarım ilaçlarından, soluduğumuz havadan.. Sürekli toksinlere maruz kaldığımız için birçok otoimmün hastalık hiç olmadığı kadar artmaya başladı. Artık daha fazla otizimli çocuk doğuyor ve yaşlanan aile üyelerimizde daha sık alzheimer belirtileri görüyoruz. Tüm bunlar modern tıbbın baş edemeyip, çaresiz kaldığı sorunlara yol açmakta. Çevremizi bu kadar aptalca kirletmemizin elbet bir bedeli olacaktı ve artık o bedeli hepimiz sağlığımızı kaybederek ödemeye başladık. Bunu bir şekilde geriye döndürmeliyiz yoksa yaşam kalitemizi tamamıyla kaybedeceğiz. 

Güney Ay Düğümü bu yıl Akrep burcuna geçtiği için Akrep konularının etkisini azaltacak ve bize zehirlerden arınma fırsatını tanıyacak. Özellikle Jüpiter'in de Neptün'le Balık burcunda kavuşacak olması muazzam bir küresel şifalanma sürecini beraberinde getirebilir. Bir önceki yazımda da yazdığım gibi bu bize içimizdeki zehirli duyguları yakma imkanı tanıyor olacak. Ama Akrep burcu sadece zehirli duyguları değil, bedenimizdeki tüm zehirleri temsil eder. Medikal astrolojide bu yüzden yöneticisi Plüton toksinleri temsil etmektedir. Plüton'la birlikte Satürn ve Neptün de bedenimizdeki zehirlerin ardında olan gerçek güçlerdir. Bu yazımda hazır Güney Ay Düğümü de Akrep burcuna geçmek üzereyken bedenimizdeki toksinlerden nasıl arınabileceğimize dair birkaç bilgi vermek istiyorum çünkü 10 gün süren ve konusu toksinlerden arınma olan bir kongreye katıldım. Bu yazım öğrendiklerimin bir özeti olsun.

•••

Hepimizin bedeninde toksinler vardır ve kimilerimiz 90 yaşına kadar bu zehirlerle mutlu mesut yaşayabiliyorken, kimilerimiz bu kadar şanslı olmayabilir. Uzmanlar bunun nedenini daha çok genetik yapıya bağlamaktadır. Mesela alkol kullanmış, sigara içmiş ve sağlıksız beslenmiş birinin uzun yaşaması çoğunlukla bizi şaşırtabilir oysa uzun yaşaması aslında sağlıklı olduğunun bir göstergesi değildir. Maalesef bu gibi insanlar özellikle gençlere kötü birer örnek oluşturmakta. "Dedem de içerdi sapa sağlam adamdı, bana bir şey olmaz" diyenler eminim sizin de çevrenizde vardır.

Söz konusu toksinler olduğunda insanları ikiye ayırabiliriz. Vermiş olduğum örnekteki insanlar genetik olarak toksinleri bedeninden daha rahat atabilen insanlardır. Onlar sigara da içse, sağlıksız da beslense, bedenleri büyük bir güç sarf ederek kendini korumayı başarabilir. (Dediğim gibi bu yine de onların sağlıklı olduğu anlamına gelmemektedir) İkinci gruptakiler ise genetik olarak toksinleri bedenden atma gücüne daha az sahip olan insanlardır. Mesela ilk gruptakiler daha fazla içkiye rağmen sağlam durabilirken, ikinci gruptakiler birkaç yudum sonra kendilerini kaybedebilir. 

Medikal astrolojide harita doğru okunduğunda gezegenlerin konumlarından kişinin hangi grupta olabileceğine dair yorum yapılabilmektedir. Mesela zor açılar alan Plüton toksinlerden daha hızlı etkilenen bir bünyeye işaret eder. Bu nedenle bu kişilerin aşağıda anlatacağım bilgilere daha fazla değer vermesi gerekir. 

Toksinlerden nasıl arınabiliriz?

Çevremizden aldığımız toksinler artınca bedenimizin onlara karşı verdiği tepki de doğal olarak artmaya başladı. Bu yüzden bu etkinin farkına varanlar toksinleri bağlayıp, bedenden atabilen çeşitli yöntem veya kürler bulmaya başladılar. Bu toksinlerden arınma detokslarını tek başına yapanlar zor zamanlardan geçmek zorunda kalıyorlar. Genel görüşe göre bir hastalık iyileşmeden kötüleşmektedir ama toksin detoksunda bedeniniz kötüye gidiyorsa bu tehlike işaretidir. Genellikle bu kötüleşmenin ardında ya vitamin ve mineral eksikliği yatmaktadır ya da suçlu ağızdaki amalgam veya kanal tedavileridir. Eğer toksinlerden arınmak istiyorsanız ilk önce vitamin ve mineral deponuzu kontrol etmeli ve ağzınızdaki amalgamlarla birlikte ölü dişler olan kanal tedavilerinizden kurtulmalısınız.

Toksinlerden arınabilmek için beden muazzam bir iç savaş başlatır. Bu savaşın kazanılıp, düşmanların yani toksinlerin bedenden atılabilmesi için bedenin savaşacak güce ihtiyacı vardır. İşte bu güç vitamin, mineraller ve elementlerdir. Onlara yeteri kadar sahip değilseniz bu iç savaş başladığında yorgun düşer, hatta savaşı kaybediyormuşçasına kötüleşirsiniz. Artık savaşacak gücünüz kalmaz. Toksinleri atan detoksların her birinde bu tehlike mevcut olabileceği için en iyisi bir uzmanın eşliğinde gerçekleştirilmesi tavsiye edilmektedir. Bu yüzden bilinçsizce "şu spirulinayı bir deneyim bakalım ne olacak" şeklinde bir yaklaşım tarzının sonunda size zarar vereceğine emin olabilirsiniz. 

Toksinlerin bedenden atılabilmesi için karaciğerin, böbreklerin ve bağırsakların iyi çalışıyor olması şarttır. Kefir, turşular veya sebze ağırlıklı beslenmeyle bağırsaklarımıza destek olurken, devedikeni bitkisiyle veya enginarla karaciğerimize yardım edebilir, ısırganla da böbreklerimizi kuvvetlendirebiliriz. Bu yüzden toksinlerle ilgilenmeden yapılması gerekilen ilk şey bu 3 organı güçlendirmektir. Bununla birlikte B6 vitamini ve çinko değerlerin kontrol edilmesi ve gerekirse takviye alınması gerekilir. 

Özellikle karaciğerimiz toksinleri bedenimizden atma konusunda kilit bir rol oynadığı için en çok ona değer vermemiz gerektiğini düşünüyorum çünkü toksinleri bedenden atmak bazen kilo kaybına da neden olabilir. Özellikle zayıflamak isteyen insanlar bedenlerindeki toksinlerin serbest kalmasına yol açar. Karaciğerimiz toksinleri bedenden atma kapasitesini aştığında zehirleri yağ olarak daha sonra halledebilmek için depolamaktadır. Zayıflamaya başladığımızda bedenimizdeki yağların erimesiyle bu zehirler tekrardan serbest kalır ve bu da inflamasyona yani iltihaplanmaya neden olur. Bu nedenle inflamasyonu dengeleme özelliğiyle bilinen Omega 3'e ihtiyaç duyarız. Omega 3 inflamasyonu dengelerken bir yandan da zehirleri bedenimizden atmamıza yardımcı olmaktadır. Omega 3 en çok deniz ürünlerinde bulunur ama maalesef denizlerdeki kirlilikten dolayı her balık yediğimizde Omega 3'le birlikte ağır metalleri de tekrardan depolamış oluruz. Ağır metaller yüzünden deniz balıkları yerine tatlı su balıkları veya tatlı sularda yetiştirilen yosunlar tercih edilebilir. 

Karaciğerin zehirleri atabilmesi için 3 aşamaya ihtiyaç vardır. 1 aşama oksidasyon sürecidir ve bunun işleyebilmesi için B vitamini grubuna, demire ve bildiğimiz diğer mineral ve vitaminlere ihtiyaç duyar. 2. aşamada zehirleri suda çözünecek hale getirmeye özen gösterir. Bunun için de kükürte ihtiyaç vardır. Bu koşullar bedende sağlandıysa karaciğer 3. aşamada safra ve bağırsaklar aracılığıyla zehirleri bedenden dışarı atar. 

Bedenden ağır metalleri atabilmek için birçok farklı yol vardır. Eminim bu konuyla ilgilenenler spirulina'yı vs. duymuştur. Ben bu yazımda biraz daha az duyulanlardan bahsetmek istiyorum.

• MSM •

Metil Sülfonil Metan olarak geçen MSM sülfür bazlı organik bir bileşiktir ve aslında bedenimizde bol miktarda bulunmaktadır. Belki de MSM'e daha fazla sahip olduğumuz için onun hakkında daha az şey duyuyoruzdur. Oysa sağlığımız için bedenimizde yeteri kadar kükürde sahip olmamız çok önemlidir çünkü toksinleri bedenimizden atmada onun yadsınamayacak kadar büyük bir görevi vardır. Aslında MSM eklem, diz, kas veya kemik ağrıları olanlara da iyi geldiği için yeteri kadar miktarının bedenimizde olması çok önemlidir. Fibromiyalji, migren veya inflamasyonu olanlara da iyi gelmektedir. Yalnız kükürt herkese uygun olmayabilir. Özellikle ıspanak, lahana gibi sebzeler veya soğan, sarımsak sizde hazımsızlığa yol açıyorsa, toksinlerden arınmak için MSM uygun bir yöntem olmayabilir. Karaciğerin zehirlerden kurtulabilmesi için 1-4 gr günlük dozu yeterlidir. Hatta toksinlerden ilk defa arınılıyorsa 1 gramla başlanabilir. Özellikle kan sulandırıcı ilaç kullananların az dozla başlaması önemlidir. 

• Zeolit •

Kristal yapıda hidrasyona uğramış alüminyum silikat olan zeolit, isminden dolayı sizi korkutmasın çünkü kül ve lavların deniz veya göl suyuyla kimyasal reaksiyona girerek, milyonlarca yıl içerisinde doğal yollardan oluşmuştur. Zeolit sadece ağır metalleri bedenimizden atmakla kalmaz, aynı zamanda gençleştirici bir etkiye de sahiptir. Hatta uzun vadede kullananların beyaz saçlarında azalma dahi olduğunu gözlemleyebilirsiniz. Mesela bunlardan biri 94 yaşında olan Alman Prof. Dr. Med. Karl Hecht'dir. Kongrede gururla beyaz saçlarının arasında çıkan siyah saçlarını gösterince 'vay be' dememe sebep olmuştur. :)

Zeolit hakkında birçok araştırması ve kitabı olan profesör, ülkemizde gözlemlediği bir olayı anlattı. İlgimi çektiği için not olarak buraya eklemek istiyorum. Türkiye'de vahşi doğada yaşayan atları gözlemleyen profesör, atların doğada buldukları temiz su kaynakları yerine çamurlu suları içmeyi tercih ettiklerine şahit olmuş. Temiz bir su bulduklarında da ayaklarıyla toprağı oynatıp suyu tekrardan çamurlu hale getirerek içiyorlarmış. Ve bunu genelde kırmızı toprağa sahip olan bölgelerde yaptıklarını fark etmiş. 

Zeolit özellikle bentonit kiliyle birlikte alındığında etkisi çok daha kuvvetli olmaktadır ve sanırım hayvanlar insanlardan daha akıllı oldukları için temiz su yerine killi suyu içmeyi daha uygun görüyorlardı. Profesörün ilgisini çeken bu olay zeoliti araştırmasına vesile olmuş. 

Yalnız zeoliti güvenilir kaynaklardan bulmaya özen göstermeli ve tıbbi kullanım için üretilmiş olan zeoliti tercih etmelisiniz. Bu arada bentonit kili zeolitle birlikte önerilse de her ağır metali bedenden atma konusunda yeteri kadar etkili olmayabilir ama mesela mantar enfeksiyonlarında çok etkili olduğu söylenmektedir. 

• Kurkumin •

Zerdeçala sarımsı rengini veren bu madde, Ayurveda'da büyük bir öneme sahiptir. Zehirleri atma konusunda güzel bir dosttur ve aynı zamanda inflamasyonu giderir. Kansere karşı dahi koruduğunu gösteren bilimsel araştırmalar mevcuttur. Omega 3'le birlikte alınmalıdır. Prostat veya göğüs kanseri ilaçları kullananlar kurkumini doktorun rehberliği eşliğinde kullanmalıdır. Benim tavsiyem tıpkı Ayurveda'nın önerdiği gibi her yemeğin içine az da olsa zerdeçal eklemeyi alışkanlık haline getirmektir. Eğer çeşitli nedenlerden dolayı bu olmuyorsa yemeklerle birlikte günde 1 kapsül önerilmektedir. Toksinlerden arınmak için  kullanılıyorsa günde 3 kapsüle kadar alınabilir. 

• İyot •

Tiroid hormonlarımız için gerekli olan iyot, bize yaşam enerjisi veren ve kendimizi dinç hissetmemizi sağlayan çok önemli bir elementtir.  İyot en çok florür, krom ve çeşitli pestisitleri bağlamada etkili olduğu için toksinlerden arınırken en çok ihtiyaç duyduğumuz dostlarımızdan biridir. Ama maalesef iyotun tiroide iyi gelmediğine dair çıkan bazı söylentiler, isminin karalanmasına neden olmuştur. Neyseki iyot artık aklanmıştır. Hatta yapılan araştırmalar Haşimoto hastalarında iyot ve D vitamini eksikliğiyle birlikte gluten hassasiyetinin altta yatan ana nedenler olabileceğini göstermektedir. Eğer bedende yeteri kadar çinko ve selenyum yoksa iyot tiroid için tehlike oluşturabilir. Bu bilgi eksikliği yıllarca iyotun kötülenmesine yol açmıştır. İyotu kullanmadan önce mutlaka çinko ve selenyum deponuzun tam olduğuna emin olmalısınız. Bedende yeteri kadar iyot olmadan karaciğer toksinleri serbest bırakamaz. Bu yüzden ilk önce çinko ve selenyum sorunu çözülmeli ve ardından iyot kullanılmaya başlanmalıdır. Günlük doz tavsiyesi uzmanlar tarafından 150-600 mikrogram arasında verilmektedir. Her zamanki gibi az dozla başlanmalı ve bedenin toksinlerden arınırken verdiği tepkiye göre dozu 600 mikrograma kadar arttırılabilir.  

Yazıyı daha fazla uzatmamak için burada noktalıyorum ve bu konuyla ilgilenenleri tıbbi bitkileri araştırmaya yönlendirmek istiyorum. Çünkü tıbbi bitkiler muazzam şifa kaynaklarıdır. Birçoğu vitamin ve mineral bakımından zengin olduğu kadar bedenimizdeki toksinleri atma konusunda da başarılıdır. Kısacası tıbbi bitkileri beslenmenize ilave ederek hem vitamin ve mineral eksikliklerinizi giderebilir hem de sağlınızı tehlikeye sokmayacak şekilde doğal yollardan toksinlerden arınabilirsiniz.